27 Aralık 2012 Perşembe

MUTLU

Auld Lang Syne - Eski Güzel Zamanlar


"Sevinç bir duygudur..
Mutluluksa duygunun mantıkla harmanlanmış hali.."
Geçen gün annem öyle bir geçer zamanki de bir elbise göstermek için açtırdı bana o "dramdan ölün bitin ağlayın hayatınız kararsın sonra da gidin yatın" mantığındaki diziyi. Elbiseyi göremedim, o sahne kaçmıştı ama tam açtığımda başrol deki ağlak karakterimiz Cemileyle, yeni manitasının konuşmasına tanık oldum. Buna benzer bir cümle kurdu. Ve söylenilen söz bana mantıklı geldi. Mutluluğun tanımı yapılabilse eğer buna benzer bir şey olurdu herhalde.
Ve mutluyum. Uzun bir aradan sonra ilk kez böyle bir şey yazıyorum buraya. Çoğu şeye şükrediyorum orası ayrı. Bu sefer mutluyum. Evet akşama kadar mutlu olmadığım bir işte çalışıyorum. Sürekli şunu yapayım, bunu yapayım deyip hiç birini yapmaya vakit bulamıyorum. Gitmek istediğim ama gidemediğim yerler, görmek istediğim ama göremediğim şeyler var. Yaşamak istediğim daha bir sürü hayat var. Ama zaten ben daha 25 yaşındayım. Yani ne kadar kendimi bazen 70 yaşındaymış gibi hissetsem de, değilim. Gencim,istediklerimi yaşamaya vaktim var görünüyor. Acele etmeme gerek yok aslında. Her şey hemen olamıyor zaten. Adımları var, benim de bu adımları yaşamam gerekiyor. Bunun farkındalığını yaşıyorum işte bu ara.. Ve bundan da mutluyum..
Yılbaşı yaklaşıyor. Ailem gelecek. Tüm sevdiklerim yanımdayken gireceğim yeni yılıma. Murat için üzülüyorum, o biraz buruk kalacak biliyorum. Ama kendimle ilgili genel olarak düşündüğümde, daha ne isteyeyim diyorum. Öyle dışarıda, bilmemkimin sahne alacağı bilmemhangi klupte hiç tanımadığım milyon tane insanla yeni yıla girmeyeceğim evet. Dıptıs dıptıs müzikle kulaklarım şişmeyecek, sadece oraya gelmiş ve eğlenmiş olmak gerektiği için etrafa gülümsemek zorunda olmayacağım. Bunları yapan, bunlardan zevk alan insanlar var tabi ki ,amacım eleştiri değil. Geçen yıl bundan farklı bir şekilde girmedim zaten. Ama sadece bana göre değil. Belki içim 70 yaşında gibi davranıyor böyle zamanlarda ama ben bu halimden mutluyum. Mutlu olmadığım, sevmediğim bir çok yönüm var. Ama bunları değiştirmek de benim elimde. Ve bu durumdan da mutluyum. Pasaportumu alıyorum, bu bir adım sayılır. Artık gidilecek yerlerin listesini yaptığımda, yaptığım liste o kadar hayali gelmeyecek. En azından önümde zamandan başka engel olmayacak, biliyorum. Ya da öyle umuyorum.. 
Yılbaşı ağacımızı kurucaz bugün. Altına hediyeler de koyucaz. Kırmızı bir masa örtüsü sericem masaya, tabi önce almam gerek. Üzerine yapabildiğim -güzel yapabildiğim - her şeyi hazırlayıp koyacağım. Annemin yılbaşı kutlanır mıymış diye söylenecek olmasına rağmen evet, ben o geceyi kutlayacağım. Maksat bir yılın sona erişini, birbirine çok benzeyecek başka bir yılın gelmesini kutlamak değil zaten.. Kutlayabileceğim, bir şeylerin hala var olmasını kutlayacağım ben.. Mutlu olmayı kutlayacağım...
Ve evet bu, bu yıl ki son yazım olacak... Hepimize Mutlu yıl sonları.. Mutlu yıl başları diyorum... Mutlu noeller diyorum :) 
Ve seneye görüşürüz.. :)

14 Aralık 2012 Cuma

Meselaaa, meselaaaaa ,başka birşey yok muu??

Mesela mesela 21 Aralık' ta hakikaten de dünyanın sonu gelmiş olsa napardım? Mesela önce istifa ederdim, yok ya da istifa bile etmezdim onunla mı uğraşcam. Gidip bi banka soyardım, o beni bir türlü almayan malak banka var ya evet evet onu soyardım ardıma bir de not bırakırdım bir zamanlar işe almadığınız fakir ama gururlu mühendis diye , sonra o paralarla, gidip şu Venedik'i bir görürdüm. Ölmeden göreyim yahu, gözüm açık mı gideyim.. Sora kısa bir dünya turu. Özel jetim var sonuçta, banka soymuşum zenginim. Her şeyi hızlandırılmış bir şekilde gerçekleştirirdim. Tabi yakın çevremi sevdiklerimi unutur muyum. Onlara da derdim gidin banka soyun. Ay ben soyamaaaam diyen olursa servetimden onlara da verirdim. Neyse efendim bir iki gün gezdikten sonra, aklımı başıma alır, Mekke' ye geçerdim. Yok napacağdım, kalmış şurada ölmeme 1 hafta, loy loy goy goy mu yapayım. Artık 1 haftayla olacak iş değil ama elde kalan o napalım mantığıyla kendimi tasavvufa adardım. Ama hakikaten ya napardım hiç bilmiyorum.. Ne tuhaf. Şu yukarıda yazdıklarımın hiçbirisini yapmazdım herhalde  Koşa koşa ailemin yanına gider. Napacazz şimdiiiiiiiii diye böğüre böğüre ağlar, yıllardır sökemediğim Kur'an okumaya başlar, öleceğim dakikaya kadar da namaz kılardım herhalde. Ya da 1 hafta da ne değişecek yahu deyip, tüm sevdiklerimi toplayıp, küçük bir sahil kasabasına tıkar, orda 1 hafta mutlu mesut yaşardım. Ve ya son günlerimi duvarda sabit bir noktaya bakarak geçirebilirim. Gerçekten bilmiyorum yani. Kafam çok karışık. Bu kafa karışıklığından sıyırıp, dünyanın sonunu falan unutup, normal yaşantıma devam etmem de olası. Demem o ki eğer hakikaten dünyanın sonu geliyor ve devlet başkanları, Nasa falan insanlar telaş yapmasın sakin sakin ölsünler diye bunu söylemiyorlarsa, aferin çok iyi ediyorlar. Zaten ben napacağıma karar verene kadar dünyanın sonu gelir ki. İnsanlar kafayı yer falan bir ton uğraş. Hiç gerek yok yani, hem zaten birgün ölmeyecez mi ? 

http://solarlunarx.blogspot.com/2011/12/2012-yillik-burc-analizleri.html



11 Aralık 2012 Salı

Glee - ase

Tam olarak ne zaman izlemeye başladım hatırlamıyorum. Sister'm sağ olsun  izle izle diye başımı yeyince müzikal bir dizi olmasına rağmen deneyeyim demiştim. Başlarda olayın gidişatını merakımdan müzikli yerleri sardırıp, konuyu takip edecek kadar izliyordum. Sonraları, hangi ara oldu bilmiyorum ama , artık sussunlar ve şarkı söylesinler demeye başladım. Şarkı söyledikleri kısımları başa sarıp sarıp izlemeye başladım. Sonra şarkıların sözleri ilgilimi çekti, sonra şarkıların içinde geçtiği filmler. Bir süre sonra bazı izlenilmesi gereken ama benim izlemediğim filmlerin uyarlamalarını bölüm bölüm yaptıklarını algıladım. Sonra o izlenilesi filmler ilgimi çekti... O uyarlamanın hem eski yani orijinal versiyonunu, hemde Glee nin uyarladığı versiyonunu izleyince her şey daha bir tanıdık gelmeye başladı.

Glee- Grease

 
Orjinal Versiyon- Grease


 Dizilerden filmlerden yüzde yüz etkilenen bir insani yapıya sahip  olmam ve çok şükür ki çevremde de hep öylesi insanlar olmasından dizilerin hayatımı daha yaşanılası, daha kolay hale getirdiği gerçeğini hayatımın daha genç dönemlerinde farketmiştim zaten. Bir one tree hill içinde yaşadığım zamanlar olmadı değil. Hepimizin oldu. Bir çizgi film kahramanına aşık olan ve ona şiirler yazan bir ablanın kardeşiyim ben. Gene iyiydi bu hallerim yani.
 Bu yüzden dolayı Glee nin günlük hayatıma etki etmesi çok uzun sürmedi. Bana ne kadar uzakta yaşandığı önemli değildi. Ya da yaşananların benim içinde bulunduğum çevreye ne kadar uzak olduğu. Biz de hayalleri olan insanlardık ya işte, en büyük ortak paydamız buydu. Müziği seviyorduk, boş zamanlarda klip çekiyorduk, hiç üşenmeden, annemin kocaman kızlar oldunuz artık demesine hiç kulak asmadan, kocaman kızlar olarak değil, hayallerine tutunan o küçük kızlar olarak yaşatmaya çalışıyorduk ya tutkularımızı.. Glee bizdik aslında. Bizden olmayanlar suratımıza buzlu içecek püskürtmüyordu belki ama kahkahalarını püskürtüyorlardı ya işte. İlahi siz diyorlardı. Boş boş işlerle mi uğraşıyorsunuz diyorlardı ya da.. Bu da, burdakilerin buzlu içecek püskürtmesiydi belki. Önemli miydi. Hiç değildi, hiç olmadı. Tıpkı Glee de olmadığı gibi..
Glee bazılarınız için yalnızca bir dizi. Hatta belki de sıkıcı bir dizi. Benim ve benim gibiler içinse hayattaki bazı anları daha kolay atlatmamızı sağlayan bir yol. Yaşam şekli. Glee de rol alan hiçbir oyuncuya delicesine tutkunluğum yok. Hepsinin yeteneğine ayrı ayrı hayranım orası ayrı. Kimisinin sesi, kimisinin dansı. Asıl tutkunluğum canlardıkları karakterlere.. Rachel'a, Finn'e, Santana'ya, Kurt'e, Britney'e.. Birbirlerinden tamamen farklı oluşlarının beraber yaşayışlarında hiçbir sorun teşkil etmiyor oluşuna.. Her birinin zaman geçtikçe birbirine benzemek ya da benzemeye çalışmak yerine, özgünlüklerini sürdürebilmelerine, tüm yargılamalara, düşmelere rağmen tekrar ayağa kalkışlarına.. Glee dizisi senaristlerine.. Bu karakterlerin yaratıcılarına...

Everybody Talks

Çoğu şeye vakit bulamadığım şu günlerde beni delicesine mutlu eden, ve her izleyip başından kalktığımda hayattaki amacımı hatırlatan bir dizi Glee benim için.. Daha ne olsun.. O zaman bırakıyorum Glee - ase'lerle sizi başbaşa.. :)


Let's Have Kiki :)

7 Aralık 2012 Cuma

Öyle!

Çok yorgunum ve bıkkınım ve sıkıldım ve bunaldım ve çığlık atmak istiyorum ve kimseyi dinlemek istemiyorum ve nefret ediyorum ve hiç birşey hissetmiyorum ve çıkıp gitmek istiyorum ve sussunlar istiyorum ve kendi iç sesimi bile duymayacak şekilde bu şarkının sesini açıp bağıra bağıra söylemek istiyorum.

23 Kasım 2012 Cuma

23.11.2012


UNUTMAMAM LAZIM BU ŞARKIYI..

Seasons change
They change when you dont seemt o notice
All of a sudden, wind grows cold
And then the snowflakes start to fall
It's kinda like when fell in love with you
I, I didnt even notice when you didnt love me anymore
Theres a blue, theres a blue sky on my left and a pink sky on my right
And I'm driving down the 92 where the bridge looks like it touches the sky
And imt hinking to ymself
Where did all the time go
And why cant I remember
What it was like when I was young
Seasons change
And you grow a little older
Nothing stays the same
The past becomes the future
Seasons change
And you grow a little older
Noone stays the same
And my heart grows a little colder
Im standing in a parking lot
Of some suburban shopping mall
And I'm dressed in my work uniform making friends with all
The vacant cars
And I'm thinking to myself
I gotta make a big decision today and I hope I choose a better tomorrow
Rather then a better yesterday
Seasons change
And you grow a little older
Nothing stays the same
The past becomes the future
Seasons change
And you grow a little older
Noone stays the same
And my heart grows a little warmer
My heart turns a little warmer
Everything turns it turns it turns it turns
Seasons change
And you grow a little wiser
Nothing stays the same
The past becomes the future
Seasons change
Only the cherry blossoms they bloom again 
They will bloom, they will bloom


22 Kasım 2012 Perşembe

Saçma!

Ne kadar saçma günümüzü tanımadığımız insanlarla geçirmeye mahkum edilişimiz! Sevdiklerimizle değil, yanında olmak istediklerimizle hiç değil!. Hiç tanımadığın insanlarla akşama kadar bir bilgisayar monitörüne bakıp bir şeyler yapmaya çalışmak ne kadar saçma.. Sonunda yokluğa ulaşacak olmasına hatta yerine yenisinin gelmesi kararları alınırken bile o eskiyi yaşatmaya bu kadar çabalamak zorunda olmak ne kadar saçma!!.
Ülkeler arası geçiş kontrolünün olması ne kadar saçma! Benim Venedik' e bir türlü gidemeyişim ve hiç gidemeyecek gibi hissetmem ne kadar saçma. Karar bana aitken bile hava karanlıkken evimden ayrılıp hava karanlıkken evime dönmeye mahkum olmak ne kadar saçma! Bu döngüyü devam ettirme çabamın olmak zorunda olması ne kadar saçma! İnsanları ırkına göre ayırmak ne kadar saçma!
Geçmişe duyulan özlem ne kadar saçma!. Geçmişin günümüzden daha basit, daha kolay olduğu gerçeği ortadayken geçmişe ulaşamayacak oluşumuzun bizi kederlendirmesi ne kadar saçma! Geçmişte hiç efor harcamadan yapılan uğraşların herşeyin daha gelişmiş olduğu zamanımızda yapılamayışı ne kadar saçma. Başladığım o hikayeyi, bizim hikayemizi bir türlü yazamayışım, yazmaya vakit bulamayışım, istek duymayışım ne kadar saçma! Her gün koltukta uyuya kalışım ne kadar saçma!!
Bazı zamanlar her şeyin, herkesin saçma gelişi ne kadar saçma?

Başka türlü birşey benim istediğim
Ne ağaca benzer ne de buluta
Burası gibi değil gideceğim memleket
Denizi ayrı deniz
Havası ayrı hava
Rengi başka tadı başka
Bir başka yolculuk dalından düşmek yere
Yaşadığımdan uzun
Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
Ağacın yüksekliğince,dalın yüksekliğince rüzgarda
Ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilliğince

Nerde gördüklerim nerde o beklediğim...(Yeni Türkü)

21 Kasım 2012 Çarşamba

21.11.2012


Mutsuz zamanlarımın resmi..


Bazen mutsuzluk hayatınızın öyle büyük bir parçası
 haline gelir ki hep var olmasını beklersiniz.
 Çünkü hayatınızda mutsuzluk olmadığını
 hatırladığınız bir an bile yoktur. 
Ama günün birinde, başka bir duyguyu hissedersiniz. 
Size iyi hissettirmeyen bir şeydir, çünkü tanıdık değildir. 
Ve o anda anlarsınız ki mutlusunuzdur. 

Bazen delicesine bu duyguyu yaşayıp kendi kendime mutsuzluk yaratıyorum ve hissettiğim bu şeyi kendim bile anlamıyorken başka birisi çok iyi ifade etmiş.
Merak ettiğim şey acaba bu bir kişilik bozukluğu olabilir mi?

14 Kasım 2012 Çarşamba

Check 1 :Dark Shadows - Karanlık Gölgeler

Uzun zamandır aklımda olan, ama film izlemeye oturduğumda hiç aklıma gelmeyen filmlerden bir tanesi de Dark Shadow'tu. Tim Burton ve Jonny Deep 'in bir araya gelmiş olması ve fragmanının beni fazlasıyla eğlendirmesinden eklemiştim izlenecekler listesine. Geçtiğimiz haftasonu, kendimce yapmayı planladığım check listemdeki herşey, manik depresif ruh halim ve cumartesimizi yedikten sonra çalışmaya başlayan kombi yüzünden öylece kalakalmıştı. Pazar günü de kendiliğinden ortaya çıkan temizlik çabalarından dolayı gidince, yapabildiğimiz tek şey Dark Shadows u almak ve izlemek oldu.


Ailesiyle birlikte 1752 yılının yeni dünyasına yani Ameikaya giden Collins ailesinin oğlu Barnabas Colins evlerinde bir çalışan olan Angelique Brouchard ile bir ilişki yaşar. Barnabas' a çocukluktan beri sahip olmayı aklına koymuş olan Angelique ise Barnabas' ın kendisini sevmediğini, yalnızca bir gönül macerası olduğunu öğrenince, ben senin bildiğin kadınlara benzemem edasıyla, Barnabas'ın anne ve babasına kazaymışçasına öldürür. Bu sırada cadı olduğunu öğrendiğimiz Angelique bununla da kalmaz, ya benimsin ya kara toprağın deyimini benimseyerek Barnabas' ın daha yeni bulduğu hayatının aşkı Josette' in de  büyü etkisiyle Dullar Tepesi adındaki uçurumdan atlamasınını sağlar. Sensiz bu hayatı neyleyim diyen Barnabas Collins sevdiceğinin ardından atlar, fakat Angelique bunu tahmin etmiş ve büyüyle onu da vampire çevirmiştir. Bu yüzden dolayı ölmeyip hayatta kalan Barnabas yine güzel kötü kadınımız tarafından  toprak altında bir    tabuta hapsedilir. 200 yıl toprak altında kalmış olan Barnabas bir inşaat kazısında özgürlüğüne kavuşur ve eski evinin yolunu tutar. Evin bir harabeye döndüğünü gören Barnabas, Collins evinde ikamet eden diğer Collinslerle evini ve fabrikayı eski ihtişamına getirmek için çalışır.Bu sırada, rakip şirketin de yöneticisi olan AQngelique de boş durmuyor, küçük kuzen David Collins' e bakıcı olarak eve gelen Victoria - ki kendisi de çocukluğundan beri Josette'in hayaletini görüyor olup, onunla konuşması sonucu buraya geliyor ve Josette in tıpksının aynısı - ile Barnabasın yakınlaşmalarını engellemek için elinden geleni yapıyor. Tabi ki başarılı olamnıyor. Fake Josette - Victoria  ile Barnabas happy ever after olarak yaşamaya devam ediyorlar. 


Belki benim çok büyük umutlarla dolu olmamdan, ya da o kadar iş sonrasında çok çok  gülmeye ve rahatlamaya ihtiyacımdan, film beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Yani film korkulacak bir film değil biliyorum ama ben korktum ve lavaboya tek başıma gidemedim. Çünkü aslında o kadar bile kan görmeyi beklemiyormuşum. Yani günümüz vampir filmlerinin ve dizilerinin etkisinden dolayı, beynim vampirleri insanlara zarar vermeyen aşırı güzel ya da yakışıklı, hızlı varlıklar olarak algıladığı için, Barnabas Collins in insanları öldürdüğü sahneler yüzünden follofoş oldum.Çok fazla öyle kan revan falan göstermiyorlar ekranda tabi ki, ama o düşünce bile beni bunalttı. Yani sen kalk koskocaman beyefendi asil Barnabas, insanları öldür bitir. Hiç yakıştıramadım. Ve filmde tüm olaylar bir anda gelişiyor. Yani film ortalarında hani biraz daha olayların ilerlemesi gereken yerleri, müzik eşliğinde ilerleme kaydediliyor şeklinde geçmişler. Dolayısıyla tüm aksiyon ve olayın sonuca bağlanması için de pek bir süre kalmamış gibi. Bir de Jonny Deep in vampir makyajına değinmeden geçemeyeceğim. O nasıl bir makyajdır. Ya biliyorum hep bu vampir dizi- filmlerinin etkisi bu. Çok pudralı geldi, eskimiş makyaj olur ya öyle geldi. Dracula usulü olmuş biraz onun ki ona tamam ama ne bileyim işte, bir Edward dağildi :p 


Tüm bu eleştiriler dışında tabi ki izlenesi bir film. Abur cuburunuzu alıp izleyin. Zevk alırsınız ondan şüphem yok. Sadece öyle çok büyük umutlarla da oturmamak gerekiyor. Bir de benim filmdeki hit karakterim Carolyn 'dı. Filmin başından beri bu kız neyin kafasını yaşıyor diye sordum kendime. Yemek masasında dans etmeler, o  masada oturuş şekli, beni ziyadesiyle etkiledi:p  Filmin sonunda anlamış oldum, kızın genetik yapısı bozukmuş meğer. :) 
 İyi kötü, check listimden bir film daha gitti ya mutluyum. :)

5 Kasım 2012 Pazartesi

İstanbul ' da Sonbahar..


Gezdik, oraya gittik, burayı gördük, fotoğraf çektik dedim ama paylaşamadım. Hafızamdan silinmeden yazayım, siz de benim gözümden görün istedim..
Birinci Gün: Boğaz Turu.
Boğaz turu için bir çok yerden kalkan vapurlar var, ama benim tavsiyem Ortaköy den binin, oradan kalkanlar diğerlerine göre daha lüks. Biz Anadolu yakasında oturduğumuzdan ve  Kadıköy de araba park etmede hiç sorun yaşamadığımızdan oraya kadar arabayla gidip, oradan vapura bindik. Eminönü- Karaköy iskelesinin (yüzünüz iskeleye dönükken) sağında kalan daha küçük bir iskeleden bindik. 12 tl gibi bir tutar karşılığında bilet alıp yolcu salonunda vapurun gelmesini bekledik. Vapur bildiğimiz Kadıköy- Beşiktaş- Eminönü seferlerini yapan vapurlar dandı , yani öyle bir daha büyük ya da daha lüks hali yoktu. Ben ki; standartlar konusunda biraz kendimi aşan hayallere sahip olduğumdan bi pıhladım ama düşününce "Mavi tura da çıkmıyorsunuz, altı üstü 1,5 saat sürecek bir boğaz turu" bu, ama siz böyle de düşünmeyin, gidin Ortaköy'den binin, özellikle de bizim gibi o kadar güneşli sıcak günde durup durup, soğuk bir sonbahar gününde binmeyi seçmişseniz. Tur, boğazın etrafına konuşlanmış yalıların, konakların, okulların ve daha bir çok tarihi önemi olan yapıların görülebilir ve fotoğraflanabilir seviyede yakınından geçiyor, aynı zaman diliminde yapının tarihi ve önemiyle ilgili açıklama yapan bir ses duyuluyor. Tabi, vapurun gürültüsünde söylenenleri pek anlamamakla beraber, yapıyı daha görmeden de ses kaydı başladığı için bir an paniğe kapılıp "Hani nerde,nerde şu mu şu mu" şeklinde gereksiz heyecanlar yapabiliyorsunuz, yapmayın, siz o sesi ignore(türkçesi neydi) edin, keyfinize bakın. Duyduğunuz yerleri merak ediyorsanız Google amcaya sorabilirsiniz.
Şimdik resim paylaşıyorum ben bunları bunları gördüm, hiçbirşey duymadım :)

Kadıköy İskelesi: Beşiktaş, Eminönü, Adalar Ve Boğaz Turu İskeleri burada boydan boya aralıklı aralıklı sıralanmış duruyor.. 


Ne olduğunu hatırlamıyorum, sadece görüntüyü çok sevdim, vapur yeni hareket etmişken çektiğim bir görüntü.



Vapur Kardeş :)


Vapurların arkasında simit için uçuşan martılarla var hep, bizimle beraber geliyorlar, çok güzeller ama, maket gibiler..



Böyle köprünün altından geçiyor Vapur..

Rumeli Hisarı :)

Diğer köprü.

Kuleli Askeri Lisesi, böyle lisemi olur ya hem de askeri...

Kız Kulesi..
Camiler, Sultanahmet' le öbürüsü..


Maket gibi değiller mi ama?

Burayı görünce aklımda kalan tek şeyin yan tarafta oturan amcanın yorumu olması ne ilginç: "İşte Osmanlı padişahları böyle saray konak yaptırıcaz diye borç aldılar, sonra da Osmanlı yıkıldı, yıkılır tabi.." 


Burası da işte birşeybeyi sarayı ya da konağıydı :)
                                                                                                                             
Işıklar Yanarken....





İkinci Gün: Ortaköy : Ortaköy çok güzel bir yer, İstanbul da yaşanılası yerlerden biri. Böyle küçük bir sahil kasabasına gitmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Şirin, otantik.. Kumpiriyle ünlü dediler, yedik ama yemesem de olurmuş, kumpirinde öyle extra bir güzellik bulamadım hatta yediğim en kötü kumpirdi. Ama güzel yanı kumpircilerin ve wafflecıların böyle bir alanda yanyana dizilmiş olmaları, bana gel bana gel diye bağrışmaları, "Abla gel sana torpil yapıcam, vallahi de yapıcam" diye her yoldan geçene yemin edip söz vermeleri falan.. Bir de kumpirini ya da waffle'ını alıp ortaköy iskelesine gidip denize karşı yiyebiliyor olmak çok güzel.. Gerçi boş yer bulmak kolay değil ama biz bulduk, herkes buluyor, bulunuyor yani..Ha bir de en sevdiğim yanı, ortaköy iskelesinin hemen gerisinde ortaköy çarşısı var ki, gümüşçüler, takı tokacılar, otantik eşya satıcılar ve en güzeli sahaflarla dolu. Bir sürü sahaf yan yana dizilmiş, ondan çıkıp ona giriyosun.. Aradığım kitabı bulamasam da, hepsine girip o kitapların, plakların hepsine dokundum. :) Bütün sahafçı amcalar ablalar da pek bir sempatik oluyorlar.. Yoksa bana mı öyle geliyor bilmiyorum ki.. Onlar o kitapların değerlerini biliyor, özenle saklıyorlar sonuçta. Sempatikler işte..Şimdik sıra resimlerde;
Kumpirciler :)

Sokakta Hayat Var!

Ortaköy İskele..Boğaz turu için gelin burdan binin işte..

İskelede bir Murat  :)


O Çarşının girişi.. 

...

Biz buradan yedik, siz yemeyin, diğerlerini deneyin...


Burnumla köprüyü taşırım :)
Şimdik bu kadar...Sonra Sultanahmeti , Çamlıcayı falan da paylaşacağım... 


29 Ekim 2012 Pazartesi

Bayramish...

Bayramın bayram gibi olması lazımmış. Yıllardır içimde büyüyen bu güdünün bu bayramda DA ailemden ayrı geçirince ve hiç bir yere gidemeyip evde kalınca ortaya çıkması kötü oldu. Kötü oldum ya ben. Arefe denilen gün hiç bir şeyim yoktu, mutlu mesut kurabiye poğaça yapıyordum. Hem zaten çalışacağım diyordum. (Gerçi çalışsam  duygusala değil isyana bağlardım o ayrı. ) Ama gün geçip de bayram olunca benim devreler yandı. Uyandığımda evimdeydim, bildiğim güvenli olduğum yerdeydim ama işte bugün bayramdı. Böyle olmamalıydı aslında. Bir curcuna olmalıydı, babam Alper'i bayram namazı için kaldırmaya çalışıyorken sinir olarak uyanmalıydım. Alper söylene söylene namaza giderken ben içimden kıs kıs gülüp, babamı formaliteden namaza yolcu etmeliydim. Evden çıkmalarıyla uykuma kaldığım yerden devam etmeliydim. Biraz sonra annem gelip bizi uyandırmalıydı, "Kalkın babanız şimdi gelir bayram kahvaltısı ister, gidince uyursunuz" demeliydi. Kalkıp uyuşuk uyuşuk kahvaltı sofrasına oturup, babamın gitmesini beklemeliydim. O gidince yine yatağa dönmeli ve mantıklı bir saatte uyanmalıydım. Annem kahvaltı hazırlamış olurdu, Hatice yanıma sokulmuş olurdu. Biraz yatakta debelenip annemin son haykırışında kahvaltıya oturmalıydım. Kahvaltı edip, kurban bayramının verdiği o tedirgin ruh halimle pencerelerden dışarılara bakmalıydım. Koyunu keçisi kaçan varsa diye... Sonra bir dizi izlerdik belki, ya da klip çekerdik Haticeyle. Film izlerdik, aylak aylak evde dolanırdık ta ki babamın eve etlerle gelip, annemin mutfağa bizim de odaya kapanacağımız o saate kadar. O gün öyle geçip giderdi, mayışık bir halde yatıp uyurduk. Ertesi sabah erken kalkardık. Kahvaltı yapardık topluca, ve ben, babamın, annemin hatta bazen haticenin bile et yemediğimi onaylamayan bakışları altında ete olabildiğince uzak kahvaltılıklardan oluşan kahvaltımı ederdim. Annem masayı toplarken, "Siz gidin de hazırlanın şimdi iki saatte hazırlanamazsınız" diye söylenirdi, biz de masayı ona bırakıp odaya girerdik. Hatice her zaman önceden hazırladığı bayramlıklarını çıkarırıken ben "Ben ne giycem yaaaa, şunu ben giycem, onu ben takıcam" diye onun başına ekşirdim. "Makyajımı sen yapcan" diye de ekşirdim. "Saçım olmuş mu" diye de. En son "Bakmadınn, bakmadın işteeeeeeee" diye ağlayabilirdim. Yok yok ağlamazdım. Sanırım. Ekşiye ağlaya hazırlanırdık, anneme sana da makyaj yapalım diye yalvarırdık  yine de bir göz kaleminden başka birşey sürmezdi belki bir ten rengi ruja anlaşırdık ama  annemin ruj sürmeden önce dudaklarını yalayıp ruju baştan bitirmesiyle hepimiz hazır olurduk. Sonra tabi ki bir bayram kalsiği olan aile fotoğrafı çekinirdik, Aper söylenir, annem "Tamam tamam yeter amaaaaan" der, babam elleri bağlı dik ve ciddi bir poz verir ve belki de ben ağlardım. Yok yok ağlamazdım , sanırım.
 Sonra nereye gidicez tartışması yaşanırdı evde, biz Haticeyle bakışa bakışa gözlerimizi çevirirdik o yana bu yana. Alper gelmezdi, beni çarşıda bırakın derdi, biz yine gözlerimizi çevirirdik o yana bu yana. Sonra giderdik oraya buraya. Şuraya da gidelim derdi annem sonra, babam gitmezdi, homurdanırdı. Bazen belki de giderdi. "Bu son olsun" diye yalvarıp yakarırıken, vaktin akşam olmasıyla otomatiğe  bağlar, her gittiğimiz yerde güler, beynimizin yumuşamasıyla Haticeyle kendi kendimize geyikler yapar, "yok o et yemiyo, aaa et yenmez olur mu, bak ilerde çocuğun olur o zaman lazım bunlar sana, ye kızım ye, bak çok güzel sıfır yağ" söz öbeklerini bilmem kaçıncı kez dinledikten sonra yorgun argın ve dönerdik. Misafir gelmesin diye dua ederdik içimizden ve bazen belki de gelmezdi. Televizyon izler uyurduk...
Ne kadar sıkıcı görünse de size, benim için çok özel anlarmış, onu anladım işte bu bayram. Sanki evlendikten sonra ki ilk bayramım bu bayrammış gibi bir izlenim oldu biliyorum  ama önceki bayramlarda ya tatil yapmıştık, ya ailemleydik, ya da Murat ın ailesiyleydik, bir bayram havası vardı yani. Tatil de bir yerde bayram sayılır :p İlk defa bu bayram öyle evde, tek kaldık, ondan daha bir anımsadım, daha bir özledim işte...Aradım, alıştığım gibi olsun istedim içimde bir yerde... Ya da sadece ailemi özledim.. Herşeyin nedeni buydu.
Yeni anımlarım oldu diğer yandan... Çünkü o 5 gün ne kadar geçmişi arasamda, hiç gülmediğim gibi güldüm. Dans ettim, hep yapmak istediklerimi ama ertelediklerimi yaptım. fotoğraf çektim, dizi izledim Murat la,( hatta öyle bir alıştı ki diziye kahvaltı masasına düzeneği kurup, açılana kadar uğraştığına şahit oldum ki kendisi hiç böyle film dizi için uğraşan insan değildir, hep ben ayarlarım herbirşeyi. ), evde Murat la daha önce geçirmediğim kadar vakit geçirdim, onunla klip çektim, tavla oynadım, yenildim, ağladım, yendim, dalga geçtim, alışveriş yaptım, ortaköye gittim, boğaz turu yaptım, çamlıca ya çıktım. Uyudum istediğim kadar, dinlendim... Bir taraftan çok özledim, çok istedim orada olmayı, diğer taraftan çok eğlendim, güldüm, gördüm, gezdim, iyi ki dedim buradayım....
Sadece işte bayram olmayaydı adı iyiydi, çünkü bayram olunca "bayram"  gibi olmalı diye geçiyor insanın içinden, aklından, kalbinden bir yerlerden...

17 Ekim 2012 Çarşamba

Ankara'nın en çok simidini özledim. Hayır yok, burada öyle simit yapamıyorlar... Oysa pekmeze batırıp susama bulayacaksınız işte. Gizli bir formülü mü var yani. Bir an gözümün önüne nutella reklamındaki amcanın simidin gizli tarifini verişi geldi. Tadına bakıyor, sonra bir susam tanesi daha yapıştırıyor :) E yok tabi öyle  bir reklam. Altı üstü simit yahu, atla deve mi.(Ah annemden kaptığım bir deyim daha. )

Sonra bir de sevdiklerime yakın oluşunu özledim. İstediğim zaman yanlarına gidebilme özgürlüğünü özledim. İş çıkışı buluşabilecek vakit olmasını özledim. Yani düşününce Ankara' da da eve 7 de gidebiliyordum. Burada da öyle. İşe gidiş geliş zamanı açısından hiç bir şey değişmemesine rağmen, nedense ben hafta içlerini arkadaşlarla buluşulacak vakit tanımına koyamıyorum artık. Burada kimse koyamıyor gerçi. Ben hala eski Ankara kafamla"İşten sonra buluşuruz işte" diyorum ama "neee haftaiçi miii" ye benzeyen tepkiler alınca, çok ilginç şeyler söylediğimi düşünmeye başlıyorum. Ne var yahu bir günde eve 10 da 11 de gidin trafik de azalmış olur diyesim geliyor. Demiyorum. Pıh diyorum. Susuyorum. Çünkü aslında bana da öyle kolay gelmiyor. E iki kıta var çünkü en büyük engel her şeye  Birimiz bir kıt'ada diğerimiz öteki kıt'ada olunca birinden birine gidiş yolu haliyle çok meşakkatli oluyor. (Ah meşakkat sözcüğü, anılarımın depreştirdin.) Hem Ankara nın her yeri öyle tanıdık, öyle bilindikti ki; her yeri, her sokağı evim gibi hissettire biliyordu.  Güvenli gibi. Değildi biliyorum ama öyle hissediyordum işte. İstanbul'sa içinde kaybolduğum bir canavarın midesi gibi. Beni yutmuş gibi, hiçbir yer tanıdık değil. Hiçbir yerde anım yok, aa şurada şununla şunu yapmıştıklarım yok. O yok bu yok. Aslında yok yok burada ama bana göre yok işte. Yazının seyri git gide tuhaflaşıyor. Amacım İstanbul'u kötülemek değildi yahu, Ankara yı özlediğimi söylemekti, özlediğim şeylerden bahsetmekti. Yoksaaaa İstanbul un da bana çok iyi gelen tarafları olmadı değil. Hiç kimseyi tanımıyorsun bir kere. Kimse de seni tanımıyor. Çoğu insanın hayatında kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir yere gitsem diye keşkelemeleri olmuştur En azından benim belirli periyotlarla olmuştur. İşte ben tam da bunun içindeyim. Süper yani. İster sokakta parende atarak ilerle, istersen bir apartmanın çevresinde ellerin havada çığlık atarak koş. Kimseyi tanımıyorum ki, biri görür mü ki diye endişelenmeme lüzum yok. Tabi olayın bu şekilde ilerlemesi için de kimseyle tanışmamam gerekir. Neyse ki soğuk nevale bir insanım da öyle sosyalleşme içgüdülerim yok denecek kadar az. Hiç bilmediğin bir yer olunca gidecek yerin, yapacak şeyin de çok oluyor tabi. Hiç öyle haftasonu eve tıkılıp kalma gibi bir durumun oluşmuyor. Ha bir de en sevdiğim kısmı simitleri bir ankara simidi olmasa da simit aldığında "Günaydınlar efendiiiiiiiim, hemen bir simit geliyor" diye şen şakrak konuşan simitçiler, her önünden geçişinizde ayağa kalkıp, "Günaydın efendim hayırlı işlerr" diyen peçete mendil satan yaşlı amcalar var.  Sırf o amca yüzünden çantam mendil doldu o ayrı. Şu anda farkediyorum ki bu yazı iyice saçma bir hal aldı, ankarayı özledim le başlayıp yaşasın istanbuldayım diye bitireceğim biraz daha devam edersem. O yüzden sustum.

Tamam tamam sustum.
Tamam tamam sustum....

:)


12 Ekim 2012 Cuma

Hani bazen böyle bir şarkıyı ne kadar dinlerseniz dinleyin tiksinmezsiniz ya, yani bir süre için, o süre geçince de dinlemeye tahammülünüz kalmaz, ama yani uzun bir süre için arka arkaya dinlersiniz. Hah işte bende bu ara bu ikisine sardım ve bildiğiniz  duygulanıyorum manyak mıyım neyim..

Mine-Original By Taylor Swift

Glee sahneleri geliyor aklıma ondan sanırsam....

Give You Heart A Break-Original By Demi Lovato

11 Ekim 2012 Perşembe

Anne : Ben size on kere bulaşığı yıkarken şu çöpü dışarı çıkarın demedim mi??
Çocuklar: Anne ne zaman dedin??
Anne: Demem mi lazım!!
Çocuklar:   :o

15-16 yaşında falanız ablamla. Ve o Anne benim annem.
Çok özledim :(

5 Ekim 2012 Cuma

Ben bazen çok huysuz oluyorum. Anlık değişiyor bu ruh halim. Mesela işten çıkarken süper enerji doluyum, şunu yapayım bunu yapayım diyorum. Sonra bir şey oluyor, sanki bir el dokunuyor bana ve içim negatif enerjiyle doluyor. Mutsuz oluyorum, kolum kalkmıyor böyle. Aklımda yapacaklarım var ama ben oturup tv zaplıyorum. İzlemiyorum da yani, zaplayıp geçiyorum. Böyle saatler geçiriyorum falan. İşte o zaman sevmiyorum kendimi.. Dünyada ülkemizde milyonlarca insan hiç uğruna ölüyorlar, bense burda hiç sebep yokken aptal gibi mutsuz mutsuz oturuyorum diyorum kendime.  Gıcık ruh halimdem çıkayım da azcık enerjileneyim diyorum yine. Ama olmuyor, bu malak ruh halim değişmiyor. Sonra günüm öyle saçma bitiyor. Çevreme de yayıyorum ayrıca, genelde yanımda Murat olduğundan en çok da o etkileniyor. Olmasa iyi ama oluyor işte. Ne yapayım!!

2 Ekim 2012 Salı

I Have No Idea WHY!!!

Tam da bu noktadayım.
Çalışmıyor, yani arada bir..
Hangi malak kod parçacığı girilen kayda göre bir doğru bir yanlış çalışır ki.. 
Benim tarafımdan yazılan!!
Ben diyorum zaten ya resim ya da fotoğrafçılık eğitimi alayım diye...



What can i do ??

1 Ekim 2012 Pazartesi

Şevval Sam > Gülbeyaz :)

Haftasonu Şevval Sam ın konserine gittik. Öyle önceden araştırıp "Aaaaaa Şevval Sam ın konseri varmış bilet alalım gidelim,kaçırmayalım" şeklinde bir arayışa ve heyecana girmeden, Murat ın  önceki Ctesi mesai yapacağımdan dolayı, beni götürmek için taaa Beşiktaşa kadar gelip, ben çıkana kadar da ortalıkta orda burda İnönüde dolaşmasının vermiş olduğu sıkıntı halinde biletix gişesine gidip ne var ne yok bakıp, bir iki tane etkinliğe bilet almasıyla gitmiş olduğumuz bir konserdi.  Ama eminim ki bundan sonraki konserlerinde o heyecana girip, o arayışı gerçekleştireceğim. Hayatımda gittiğim en kaliteli konserdi. Şimdi böyle deyince sürekli konserlere giden bir tipmişim gibi anlaşılıyor. Hayır efendim, üniversitede gittiğim bir kaç konser dışında çok öyle konserlere gitmiş bir insan değilim. Öyle internete girip, hımm kimin konseri var ki diye arayışlara da girmem hiç. Çünkü nedense bilinçaltım konseri perişanlıkla eşdeğer tutmuş.( Ta ki bu konsere kadar.) Önceki konserlerde, ya üniversite şenliklerinde milyonlarca kişi arasında itiş kakış dinlediğimden, ya konser veren sanatçının fanı olan çevrem veya ablam sayesinde konserden 4-5 saat öncesinde konser alanına gidip en ön sırada güneş altında beklemekten beynimin kavrulma noktasına gelmesinden (Ki o kadar saat beklemenin sonunda konser başlar başlamaz hastalanıp ablamı çeke çeke eve götürmüştüm, pity girl :D), ya da gittiğim konserin yaş sınırının 15 olmasından kaynaklanan etrafınızın ergenlerle çevrilmesinin verdiği "Napıyorum ben burda ya, ne oluyor, ne nerdeyim" ruh hali gibi sebepler yüzünden konserde zevk almayı bırak, şarkıyı söyleyen zat ve şarkıları dışında herşeyle ilgilenmekten yorulup bitkin düşünüyordum. İşte bundan dolayı konser merakım başlamadan bitmişti.   Tabi çevremizde de bir büyüğümüz tecrübelimiz yok ki, demiyor ki, kardeşim sen dandik konserlere gidiyorsun. Gel azıcık fazla para ver adam gibi konsere git. Hoş dese de öğrenci adam ne kadar para yatırabilir bir konsere. İşte büyüklerin tabiriyle işini eline almanın o nadide güzel yanlarından birisi, istediğin kadar para yatırabiliyorsun. Bu olaylar silsilesiyle çıktı gittik konsere. Cumartesi akşam 21.00 da Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava tiyatrosundaydı konser. İçimden söylene söylene gittim, hadi Leman Sam tamam da diyorum kendi kendime Şevval in sesi o kadar iyi değil ki, neyse olsun almış, şimdi tatsızlık çıkarmayım, hem değişiklik olur falan diye kendi kendimi avutuyorum güya. Çünkü biliyorum o kadar da iyi değil.(Çok biliyorum ben!) Her sesi az güzel olan da şarkıcı oluyor zaten. Hayır severim Şevval Sam ı. Gülbeyaz dizisini saniye kaçırmadan izlediğim zamanlar geçirdim. ama işte onu öyle sevmişim, Gülbeyaz olarak. Şimdi konser bendeki vizyonunu mahvetmesin istiyorum istiyorum bir yandan da. Bu durumun da huysuzluğunu takınmışken, gittik oturduk. Fotoğraf makinesi sokmak yasak, ona da söylendim bir ton. Saat dokuza geliyor ama sahnede tek bir ışık bile yok, bir hazırlık koşturmaca yok. "Yok kesinlikle 9 da çıkmayacak bu hatun kesin 10-10.30 "gibi çıkar, işte 1 saat durur gider diyorum. Bildiğiniz ön yargının dibine vurmuş haldeyim yani. Sonra saat tam dokuzda sahneye siyahlı insanlar dolmaya başladı. Tabi ben söylenmeyi bırakmıyorum, herhalde kendisinden önce çıkacak olan bir amatör ekip, ben bunun için mi para ödedim falan diye... Meğer onlar orkestra ekibiymiş. Ama çok kalabalıktı ne yapayım. Sonra ekran hafif aydınlanmaya müzik sesi gelmeye başladı. Bir miktar intro dan sonra Şevval Sam ın sesi duyuldu. Kendisi görünmeden bir dakika kadar sesini duyduk sadece. Sonra kendisi çıktı sahneye beyazlar içinde.. Saçında kocaman bir çiçek.. Uzun beyaz bir elbise vardı üzerinde, etekleri rüzgarda uçuşan. Sahne renkten renge girerken, spot ışıkları altında çok güzel görünüyordu. İlk 3 şarkı benim hiç bilmediğim sanırım Türk Sanat Müziği türünde şarkılar olduğu için söylenmeye son hız devam ettim(içimden tabi), başımı gökyüzüne çevirip, neredeyse dokunulabilecek kadar yakın olan bulutları ve onların arasından akıp gidiyormuş gibi görünen ay ı fotoğraflamanın ne kadar güzel olabileceğini düşündüm, sonra fotoğraf makinesini içeri almayan organizasyona tekrar söylendim, tekrar söylendim. Ta ki şevval sam saçındaki çiçeği çıkarıp, konuşmaya neden o şarkıları seçtiğini anlatmaya başlayana dek. Meğer Gülbeyaz'da tanıdığım Şevval Sam dan daha keyifli, daha sempatik bir insanmış kendisi. Ve sesi inanılmayacak derecede kaliteli. Canlı performansı çoğu dinlediğim sanatçıyı beşe ona bine katlar. İşin tuhaf yanı hiç vokal de kullanmıyor. Yalın sadece onun sesi var, ve tüm tiyatroyu dolduruyor. Minicik bir an bile olsa sizi rahatsız etmiyor. Aksine hiç susmasın istiyorsunuz.
Türk Sanat musikisini bırakıp "şimdi sıra biraz da oynayalım" şarkılarına geçince, konser benim için yeniden başlamış oldu. Hayır kalkıp oynamadım tabi ki, ama çok keyifliydi. Yani yalnızca şarkıları söyleyip geçmiyor, seyirciyle iletişimi de çok iyi, tüm konsere dahil olmanızı sağlıyor. Bunun yanında şarkı söylerken, şarkıalra göre sahneye gelen dansçılarla konser ayrı bir görsel şova dönüşüyor. Tango, folklor, semazen,zeybek ve bir tane de adını bilmediğim hani kemençeyle yapılan, erkeklerin aynı kol omuz bacak hareketlerini yapıp pat pat diye sesler çıkararak dans ettikleri dans türü, hepsini uygun şarkılar eşliğinde izledik. Bir ara sahneden "Hazırsanız yanınıza geliyorum" dedi, ve hakikaten geldi de. Tüm amfiyi tek tek dolaştı. Sarıldı, kucaklaştı, el salladı. Ve yakından daha da güzelmiş meğer. Bunu Murat ın "Evet ne kadar güzelmiş" demesi de pekiştirdi.:D Kolay kolay yanımda diyemez çünkü, demek ki hakkaten beğenmiş, tutamamış kendini:D Ya da ben "Vav ne kadar güzel kadınmış yahu" deyince benden cesaret de almış olabilir. Olsun olabilir tabi böyle vakalar :) Annesi Leman Sam ın da orada oluşu ve sahneye çıkıp düet yapmaları da ayrı bir şovdu...
Saat 12 yi geçiyordu ve konser hala bitmemişti. Yalnızca müzik kalitesi açısından değil, sosyal açıdan da çok dolu bir konserdi. Ülkemizde ve başka ülkelerde gerçekleşen, din, dil, ırk etnik ayrıklaşmasının getirdiği kötü sonlara, savaşlara da değindi, her dilden şarkı söyledi. Ermenice, Kürtçe, Türkçe... Geçenlerde kaybettiğimiz büyük ozanımız "Neşet Ertaş" la paylaştığı bir hikayenin ardından, Neşet Babanın en güzel şarkılarından biri olan "Ahirim Sensin" türküsünü tam da yakıştığı şekilde icra etti. Anlattı, güldü, güldürdü, söyledi,söylettirdi.. Konser sonunda "Bidaha bi daha " seslerine karşı koyamadan, ayağında ayakkabısı olmadan sahneye geri döndü, ve en kötü günümüz böyle olsun deyip, bu şarkıyı söyledi...

                                                      Ağlama Değmez Hayat Bu Gözyaşlarına...
Doğru, çok doğru...
İyi ki gitmişim, tüm ön yargılarıma rağmen...
Murat Dirildi' ye teşekkürler... :)

29 Eylül 2012 Cumartesi

Karabasan mı Al Karısı mı Uyku Felci mi her neyse...

Karabasan diye bir şey var. Halk arasında Al Karısı diye de geçiyormuş. Şimdi bunun iki açıklaması var. Birincisi: dinsel açıdan açıklaması olan bu olayın cin yada cinlerin eseri olması durumu. İkincisi ise uyku felci diye adlandırılan bilimsel açıklaması. Bunun açıklaması biraz uzun olduğundan alıntı yapacağım: 
Uyku felcinin başlıca belirtisi uyanma öncesi veya uyuma öncesi görülen kısmı veya geçici iskelet kası felcidir. Diğer bir deyişle, bir kişinin uykuya dalarken veya uyanırken hareket edememesi veya konuşamaması hissidir. Uyku felci ile birlikte hypnagogic halisünasyonlar olabilir. Bu halisünasyonlar işitsel, dokunsal ve/veya görsel olabilir. Uyku felci kişi tekrar REM uykusuna dönmeden önce veya tamamen uyanmadan önce birkaç saniye veya birkaç dakika sürebilir.Uyku felci, rüya gören bir kişinin rüyasında yaptığı hareketleri aynen yapmasını engellemek için REM uykusu süresince oluşur. Uyku felcinin fizyolojisi hakkında çok az şey bilinir. Bununla birlikte, uyku felcinin beynin pons bölgesindeki motor nöronların post-sinaptik inhibisyonu ile bağlantılı olduğu önerilmektedir. Özellikle, düşük seviye melatonin kasların uyarılmasını engelleyecek şekilde sinirlerdeki depolarizasyon akımı durdurabilir, ve rüyada yaşanan fiilin gerçekte yaşanmamasını sağlayabilir (mesela, rüyasında koştuğunu gören bir kişinin gerçekte koşmasını engellemek gibi). http://islamikesif.blogcu.com/karabasan-nedir/6775624
Genelde birinci açıklaması halk arasında daha yaygın diye biliyorum ama ben ikinci açıklamaya inanma eğilimindeyim. Çünkü geçen gece iki kez yaşadım. Şöyle ki;
Karasaban mıydı :)
Dün çok uykusuz olduğum için yemekten sonra " bir uzanayım da kalkarım" lardan birini yaşarken saat 9:30 PM gibi uyumuşum. Sonra Murat beni uyandırdı, ki yarım saat sonra kaldırmasını istemiştim ama yapmamış dinleneyim diye, saat 11 PM i biraz geçerken kalktım, yatağıma gittim, uykuya orada devam etmek için. Ama olmadı, uyku kaçtı bir kere. Uyku kaçınca yapılacak en iyi şey gidip e2 yi izlemekti belki ama işte "belki uyurum, yok yok kesin uyurum kalkmayayım şimdi, yarın da iş var, tv izlersem uykum iyicene kaçar, gene uykusuz kalırım"  gibi daha bir dolu sıralayabileceğim uyku eğilimim yüzünden kalkmadım, bir soda aldım, yatarak içtim.(Evet yatarak sıvı tüketebilirim, boğazımda kalmıyor hayır.) Sonra yine uyumaya devam etmeye çalıştım. Tabi uykunuz kaçmışsa bilirsiniz aklınıza milyonlarca işiniz gücünüz sıkıntınız derdiniz sinir olduğunuz kızdığınız şeyler gelir çöreklenir. Sonra onları düşünmeye şunu şöyle edeyim bunu böyle edeyim aman şunu yapmayı unutmamam lazımlara başlarsınız, ki uykudan eser kalmaz. Tam da öyle bir durumdayken, hep yaptığım gibi içimden dua okuyayım uyurum böylece dedim ve okumaya başladım. Bu sefer de dua okuyorum ya başladım saçma sapan düşüncelere dinsel açıdan. Töbeliyorum fakat nafile... İç sesim konuşabildiği en yüksek sesle en saçma şeyleri söylüyor. O konuşuyor ben töbe Allahım diyorum. Böyle geçen birkaç saniyenin sonunda işte o Karabasan tabirindeki şey gerçekleşti. Üzerime bir ağırlık çöktü ama aynı zamanda da titriyorum. Bağırmaya çalışıyorum "Murat birşeyler yap" diye ama sesim çıkmıyor, konuşamıyorum. Gözlerimi açmaya cesaret edemiyorum ya birşey görürsem diye. Bu şekilde geçen bir 5-6 sn sonunda ağırlık kalktı, rahatladım. Kendime geldim. Murat ı kaldırsam mı diye düşündüm, ama yapacağı hiçbir şey olmadığından kaldırmadım. Ablamın her korktuğunda yaptığı gibi kolunu tuttum. Ama tabi o an ki durumum uykuyla uyanıklık hali arasındayım. Yani ne bilincim tam açık ne de tamamen kapalı. Yaklaşık on dakika sonra, yine tam uykuya dalmak üzereyken ama bilincim biraz daha kapalıyken bir daha oldu. Bu defa, ilk sefer ki kadar kötü olmadı. Bir ağırlık çöktü, çok hafif bir titreme geldi sonra geçti. Nedenini de uykusuzluğuma, stresli düşüncelerime veriyorum ben, o yüzden ikinci açıklamaya inanma eğilimim fazlaca. Ama dinsel açıdan saçma sapan şeyler düşünürken olması da işin ilk boyutunu da katıyor işin içine. Kısmet artık. 
İşte iki karabasan bir soda, bir dolu da saçmalama sonunda uyumuşum. Ki saat neredeyse 4:00 AM falandı. Öyle olunca sabah yine uykusuz gözlerle ve gergin bir ruh haliyle uyanıyorsunuz. Sonra bide işe gidiyorsunuz, iş yerinde uykuyla uyanıklık arasında olunca, bu defa karabasanlar gelmiyor ama hayat bir rüyaymış gibi geliyo, her şey gerçekliğin dışında gibi.. Yani bana öyle oluyor.. 
Sonuç olarak siz siz olun 9 da uyuyorsanız ya sabaha kadar uyuyun ya da eşinizi dostunuzu annenizi babanızı ablanızı kardeşinizi sizi yarım saat uyandırması için uyarırken "uyandırmassan eğer" le başlayan tehditkar cümleler kurun ki kıyamayıp uyandırmama girişiminde bulunamasınlar.. 

21 Eylül 2012 Cuma


“I can never read all the books I want;
 I can never be all the people I want and live all the lives I want.
 I can never train myself in all the skills I want.
 And why do I want?
 I want to live and feel all the shades, tones and variations of mental and physical experience possible in life.
 And I am horribly limited.”
                                             Sylvia Plath.

Siyah zilimsi şey..

Biz dün şöyle bir olay yaşadık.
İşten eve geldik. Asansöre girdik 5. kat düğmesine bastık. Ha evet asansörlü apartmanımız. Bunu böyle bir tek bizde olan bir icat mış gibi anlatmama bakmayın, alışveriş sepetini biz bunları nasıl çıkarıcaz yaa diye kaç kez boşalttığımızı bilirim ben. Asansör büyük nimet. Neyse konumuza dönelim. 
Evet 5. katın düğmesine bastık. Sonra asansör durdu, indik. Bir baktık zilimizin yanında bir siyah alet var. O da zil gibi, düğmesi var. Duvara yapıştırılmış biçimde duruyor. "Bu nedir ya!" diye bir tuttum, çektim, çıkartmaya çalıştım ama çıkmadı, iyi yapışmış. Tabi ben bunları yaparken aklımdan ev sahibine karşı milyonlarla sevimsiz cümle ve sözcük geçiriyorum.(Bir kat üstümüzde oturuyor da kendisi.) Ne demek ki bu diyorum, zilimiz her çaldığında onunkinin de çalmasını sağlayacak bir sistem mi ki bu diyorum, ne yani evimize girip çıkmalarımızı mı kontrol etmek istiyor, malak adam, uyuz adam falan diye geçiriyorum içimden.(Hayal gücüne bak!) Geçirdikçe de hiddetleniyorum. Tabi bu sırada Murat da boş durmuyor, önce o siyah alette ki düğmeye, sonra yanındaki düğmeye basıp duruyor. İkisi de çalıyor, zil gibi. (Tabi benim böyle uzun uzun anlattığıma bakmayın, tüm bu olaylar 1 dk içinde yaşanıyor.) Tam o anda ikimiz de aynı anda kapının üzerindeki numaraya bakıyoruz. "10" yazıyor. Ki biz "12" numarada oturuyoruz." Nasıl yani, yanlış katta mı indik, aa zil de çaldı , " falan dememize kalmıyor, kapı  açılıyor. Karşımızda ev sahibi abi durup bize anlamsızca bakarken, biz ağzımız açık, ellerimizi karşımızda eller yukarı diyen polisler varmışçasına havada tutarak, suratımızda da pıskırmaya hazır bir mimikle "Pardon! yanlışlıkla bastık da" diyoruz. Adam salaklığımıza gülüp "Önemli değil, ii akşamlar" diyor. Biliyor çünkü üst katta oturuyoruz aslında. Asansöre kendimizi atıp, yarıla yarıla 4. kattan 5. kata çıkıp, doğru dairede olduğumuzu bir kez daha check edip, evimize giriyoruz. Hayır eğer o siyah zilimsi şey orada olmasaydı, bildiğin anahtarı sokup kapıyı açmaya çalışacaktık biz. Hırsız mı, deli mi ne damgası yerdik bilmiyorum. Hadi tamam ben kansızım, ilacımı da ne zamandır almıyorum, yorgun düşüp kapı numarasına bakma gereği duymamış olabilirim de Murat neden bakmıyor. Kanlı canlı olan o. (Maşallah) Nasıl oluyor da beynimiz aynı çalışıyor, ya da çalışmıyor :p  Kör-şaşı olayına bağlıyorum bu durumu..:D 
Ama hala çözemedim o asansör neden 4. katta durdu ki, basmadık da çağıran da olmadı. Bu kısım hala açıklayamadığım bir sır, tüm gizemini koruyor. Kısmet..

19 Eylül 2012 Çarşamba

Kaygısız yuvarlanmış kaygısızı bulmuş..

Bir kaç önceki yazımda da belirttiğim gibi hafta sonu bir arkadaşımın düğünündeydim. Çocukluk arkadaşım. Herkesten daha uzun süredir arkadaşım dediğim insan. Babalarımızın aynı yerde çalışmasından mütevellit bizim tanışmamızdan daha önce birbirlerini tanımaları, aslında bebekliğimizden bu yana aynı diyarlarda takıldığımızı gösteriyor olup, canımız istediğinde bu durumu "Biz aslında bebeklikten beri beraberiz" şeklinde kullandığımız bir bağın içerisinde olduğum tek arkadaşım. Tabi bizim tanışmamız emeklediğimiz yıllardan bir 6-7 yıl sonrasında gerçekleşti. İlkokulda aynı okula, aynı sınıfa düştük efendim. Tabi o zamanlar onlar bizim apartmandan yaklaşık bir 100 metre ilerde başka bir apartmanda oturuyorlar. O sarışın, sarı upuzun saçları var, dolayısıyla hoşlanmıyorum bende. (O yaşta varmış fesatlık bende. :)) Benim başka bir arkadaşım var. İsmi "Sümeyye". Fakat alının yazgısı gereği Sümeyye ilk sömestr sonunda okuldan ayrılıp, Almanya'ya taşınıyor. Kaderin cilvesi de bu ya, o sarı saçlı güzel kız da (adı da MerveNur muş pehhh havalarındayım hala tabi ben) tutup bizim bitişik apartmanın tam da bizim olduğumuz dairesine taşınıyor. Şimdi oldu mu sana bir ortak nokta. Onlar 15-A biz 15-B nin 9 nolu dairesinde oturuyoruz. Bu yüzden birbirimize gülümsemeye, okula beraber gidip gelmeye başlıyoruz. Gel zaman git zaman ben onun sarı saçlarına hayran olduğumu itiraf ediyorum, o da bana yakınlık duyduğunu her fırsatta belirtiyor, böylecene kaynaşıyoruz. Aradan yıllar geçiyor, küslükler barışmalar, aramızı girmeye çalışan ve dönem dönem de başarılı olan insanlarla dolu bir yığın anı biriktiriyoruz. Aynı lisede aynı sınıfa düşüyoruz. Lisede bizi Sarı-Kara ikilisi diye anmaya başlıyorlar. Onu gördükleri yerde beni, beni gördükleri yerde onu arıyor herkesin gözü. Ayrı ayrı değil, birlikte bir anlam ifade etmeye başlıyoruz insanlara. Tamamen zıt karakterler oluşumuz birbirimizi tamamlamamızda en büyük rolü oynuyor. O ne kadar rahatsa ben o kadar endişeli oluyorum aynı konuda ve aynı konumda. O rahatça müdür yardımcısının odasına girip, imzalı izin kağıtlarını sallana sallana çantasına atarken, ben kapıda can çekişerek onu odadan çıkarmaya çalışıyorum. Ama o durmuyor, sevdiği çocuğun dosyasından resmini çalmaya uğraşıyor. Bense tekrar tekrar beraber geçirdiğimiz yıllar boyunca yaptığım gibi ve daha geçireceğimiz diğer yıllar boyunca da yapmaya devam edeceğim gibi ona yakalanacağımızı, yapmamasını, etmemesini, durmasını, yanlış olduğunu söylemeye devam ediyorum. Hiçbir işe yaramıyor... Hep olduğu gibi...
Hal böyle olunca onun düğününde neden bir telaş bekledim bende bilmiyorum. Adı "Düğün" olduğundan herhalde, onunkinde de bir telaş bekledim, benimkinde fazlasıyla mevcuttu çünkü. Düğün gününün sabahı gittim yanına. Cumartesi sabah 8.30 da. Tabi ben düşünüyorum ki, bu kızın işi gücü, uğraşıp ilgilenmesi gereken bir ton işi, kuzeni, osu busu vardır. "Sen bizimle ilgilenme diyorum, biz kahvaltı falan yapar, kuaföre yanına geliriz, sen uyu sabah ben seni ararım" falan diye sıraladım anlayışlı arkadaş edasıyla kendimce. Sabah daha otobüsten inmeden aradı, neredesiniz diye, gelip bizi alacaklarmış damat beyle, kahvaltıya damadın ailesinin evine gidecekmişiz. Yahu sen ne diyorsun, senin annen baban kardeşin nerede diye gayriihtiyari bir soru çıktı ağzımdan. "Haa onlar daha gelmediler düğüne gelecekler işte" diye bir cevap aldım. Dumurluğum şok haline bağlandı.  Neyse dedim, herhalde beni yanında istiyor, gideyim. Neyse efendim geldiler, oturduk bir güzel çay içtik, onlar kahvelerini, sigaralarını içtiler. Sallana sallana gittik eve, sallana sallana kahvaltı ettik. Sallana sallana çıktık, napalım napalım diye düşündük,(işimiz gücümüz yok çünkü, sıradan bir gün ya o gün) hadi düğün yerine bakmaya gidelim dedik. Gittik de. Baktık beğendik, şurası şöyle olsun dedik, ama burada bu olmayacak değil mi dedik, dedik derken hepsini de ben dedim, o, gelin olaraktan yine öyle kaygısız kaygısız dolaştı. Damadın da bizim kızdan eksik kalır yanı yok zaten. Hani nerede düğünden önce gelin görülmezmiş teranesi, neyin kafası bu ya falan diye sorma girişiminde de bulundum, strese sokmaya çalıştım, yahu şurada kaç saat var, kuaföre ne zaman gidicez de giyinip makyaj yapıp 17.30 da olan nikaha yetişicez biz dedim,(ha evet nikah 17.30 da idi, biz bu konuşmayı yaparken de saat 12 falan işte.) onlar güldüler. Ben gülmedim. Sonra kuaföre gittik, bu kaygısızlar kraliçesi yalnızca kendisine randevu ayarladığından baldız konumunda olan kaygısızın bana daha çok benzediğini düşündüğüm kızkardeşceğizi bile öylecene kalakaldı kuaförsüz. Herkes evleniyor çünkü ne kerametse, kuaförler dolu hiçbirisi almıyor bizi. Biz kaygısız gelini kendi kuaföründe bırakıp çıktık tek tek kuaför dolaşmaya. Gözlerimizi büyütüp başımızı yana da eğdik ama üniversitede yarattığı etkiyi yaratmamış olacak ki kimse tınlamadı bizi. Kaygısız gelinin kaygılı arkadaşlarından bir diğeri olan Betül sağolsun buldu soktu bizi bir yere. Hem de bomboş oh mis gibi.
Biz niye kuaföre geldik ki evde maşayla da yapardık ya biz bunu diye söylenerekten saçımızı iki kıvırttrıdıktan sonra eve geldik bir baktık bizim gelin "Gelin"  olmuş. İçimden bir yerlerden "Gelin olmuş gidiyorsun bana veda ediyorsun" şarkısı geçti ama dillendirmedim, yeri değildi. Sonra biz de çarçabuk bir makyaj yaptık giyindik. Hala küpe takmak için kulaklarımızı deşerken davul zurna sesi duyuldu. Bu arada kız evi olaraktan bahsettiğim Betül arkadaşın evi kapsenlendi, çünkü kızımız başka şehirde evlendi, hıhı evet. Neyse geldiler, imam nikahı kıydılar, kızı alıp gittiler. Bizde peşinden tabi. Bir de çıkarken başlarından şeker attık, öyle de bir adetmiş. Sonra düğünün en sevdiğim yeri neresiydi tabi ki gelin arabası. Sarı bir masteng di (Böyle mi yazılıyor ki bu.) Çok beğendim, hatta gelinle damadı bırakıp giden arabanın peşinden düğünü bırakıp gidesim geldi. Ama nikah şahidi olduğumdan irademe gem vurdum. Ha evet ben nikah şahidi oldum birde. Ama saygıya değer eşim can yoldaşım hayat arkadaşım yarim meskenim benim bir fotoğrafımı çekme gereği duymamış, inanabiliyor musunuz, neden çünkü çok heyecanlanmış, ilk defa nikah şahidi olduğum için. Evet bana da bu işte bir terslik var gibi geldi ama ses etmedim, nasıl olsa gelin damat da resim vardır. (Vardır demi. ) Resim olmasa da kapı gibi imzam var, eciş bücüş attım ama olsun. Sonra bizim kız el oğlunun ayağına bastı, ama nikah memuru teyze( bu sefer hakim demedim ) evlilik cüzdanını ikisine aynı anda verdi. MAntıklı. Sonra hızlandırılmış bir düğün senaryosu izledik. Hemen pasta, ardından dans, ardından takı, ardından bizimle azıcık daha oynama. Sonra damat geldi düğünü bitirem mi dedi oluurr dedik. Düğün bitti.
Ama bizim için gece yeni başlıyordu. Gittik önce karnımızı doyurduk 4 büyük boy pizza söyledik. Tam da rejime girmiştim, şans işte. Ne yani en yakın arkadaşımın düğün ertesi pizzasını red mi etseydim. Üç büyük günahtan biri. Yedim tabi 1,5 dilim. Sonra "Paşa" diye bir yere gideceğiz dediler. Gide gide bir başka kapalı düğün salonuna gittik. Noluyo yaa düğüne burda mı devam edicez falan diye düşünürkene ben iki tane esrarengiz kapıdan geçip karanlık, dumanlı, canlı müzikli bir bar ortamına adım attık. İyi yere saklamışlar ama, kimse orada öyle bir yer olacağını düşünemez yani. Orada da bir gelin damat dansı izledik. Bir de oradaki kalabalığı örgütlemem ve gelin damat yeni evli çiftinin yardımıyla yine saygıdeğer eşim yarim meskenime bir doğum günü sürpizi yaptık. :) Öyle işt egüldük eğlendik, yedik içtik, hopladık zıpladık. Bir çifti daha bu kervana soktuk.
Mutlu olsunlar onlar, hep kendi aralarında bizim hiç anlamadığımız ama onların katıla katıla güldüğü saçma geyikler yapıp gülsünler, şiveli konuşsunlar, sevsinler, saysınlar, hiç üzülmesinler, başladıkları gibi hep kaygısız devam ettirsinler hayatı... Kaygısız kalsınlar.:)