29 Ekim 2012 Pazartesi

Bayramish...

Bayramın bayram gibi olması lazımmış. Yıllardır içimde büyüyen bu güdünün bu bayramda DA ailemden ayrı geçirince ve hiç bir yere gidemeyip evde kalınca ortaya çıkması kötü oldu. Kötü oldum ya ben. Arefe denilen gün hiç bir şeyim yoktu, mutlu mesut kurabiye poğaça yapıyordum. Hem zaten çalışacağım diyordum. (Gerçi çalışsam  duygusala değil isyana bağlardım o ayrı. ) Ama gün geçip de bayram olunca benim devreler yandı. Uyandığımda evimdeydim, bildiğim güvenli olduğum yerdeydim ama işte bugün bayramdı. Böyle olmamalıydı aslında. Bir curcuna olmalıydı, babam Alper'i bayram namazı için kaldırmaya çalışıyorken sinir olarak uyanmalıydım. Alper söylene söylene namaza giderken ben içimden kıs kıs gülüp, babamı formaliteden namaza yolcu etmeliydim. Evden çıkmalarıyla uykuma kaldığım yerden devam etmeliydim. Biraz sonra annem gelip bizi uyandırmalıydı, "Kalkın babanız şimdi gelir bayram kahvaltısı ister, gidince uyursunuz" demeliydi. Kalkıp uyuşuk uyuşuk kahvaltı sofrasına oturup, babamın gitmesini beklemeliydim. O gidince yine yatağa dönmeli ve mantıklı bir saatte uyanmalıydım. Annem kahvaltı hazırlamış olurdu, Hatice yanıma sokulmuş olurdu. Biraz yatakta debelenip annemin son haykırışında kahvaltıya oturmalıydım. Kahvaltı edip, kurban bayramının verdiği o tedirgin ruh halimle pencerelerden dışarılara bakmalıydım. Koyunu keçisi kaçan varsa diye... Sonra bir dizi izlerdik belki, ya da klip çekerdik Haticeyle. Film izlerdik, aylak aylak evde dolanırdık ta ki babamın eve etlerle gelip, annemin mutfağa bizim de odaya kapanacağımız o saate kadar. O gün öyle geçip giderdi, mayışık bir halde yatıp uyurduk. Ertesi sabah erken kalkardık. Kahvaltı yapardık topluca, ve ben, babamın, annemin hatta bazen haticenin bile et yemediğimi onaylamayan bakışları altında ete olabildiğince uzak kahvaltılıklardan oluşan kahvaltımı ederdim. Annem masayı toplarken, "Siz gidin de hazırlanın şimdi iki saatte hazırlanamazsınız" diye söylenirdi, biz de masayı ona bırakıp odaya girerdik. Hatice her zaman önceden hazırladığı bayramlıklarını çıkarırıken ben "Ben ne giycem yaaaa, şunu ben giycem, onu ben takıcam" diye onun başına ekşirdim. "Makyajımı sen yapcan" diye de ekşirdim. "Saçım olmuş mu" diye de. En son "Bakmadınn, bakmadın işteeeeeeee" diye ağlayabilirdim. Yok yok ağlamazdım. Sanırım. Ekşiye ağlaya hazırlanırdık, anneme sana da makyaj yapalım diye yalvarırdık  yine de bir göz kaleminden başka birşey sürmezdi belki bir ten rengi ruja anlaşırdık ama  annemin ruj sürmeden önce dudaklarını yalayıp ruju baştan bitirmesiyle hepimiz hazır olurduk. Sonra tabi ki bir bayram kalsiği olan aile fotoğrafı çekinirdik, Aper söylenir, annem "Tamam tamam yeter amaaaaan" der, babam elleri bağlı dik ve ciddi bir poz verir ve belki de ben ağlardım. Yok yok ağlamazdım , sanırım.
 Sonra nereye gidicez tartışması yaşanırdı evde, biz Haticeyle bakışa bakışa gözlerimizi çevirirdik o yana bu yana. Alper gelmezdi, beni çarşıda bırakın derdi, biz yine gözlerimizi çevirirdik o yana bu yana. Sonra giderdik oraya buraya. Şuraya da gidelim derdi annem sonra, babam gitmezdi, homurdanırdı. Bazen belki de giderdi. "Bu son olsun" diye yalvarıp yakarırıken, vaktin akşam olmasıyla otomatiğe  bağlar, her gittiğimiz yerde güler, beynimizin yumuşamasıyla Haticeyle kendi kendimize geyikler yapar, "yok o et yemiyo, aaa et yenmez olur mu, bak ilerde çocuğun olur o zaman lazım bunlar sana, ye kızım ye, bak çok güzel sıfır yağ" söz öbeklerini bilmem kaçıncı kez dinledikten sonra yorgun argın ve dönerdik. Misafir gelmesin diye dua ederdik içimizden ve bazen belki de gelmezdi. Televizyon izler uyurduk...
Ne kadar sıkıcı görünse de size, benim için çok özel anlarmış, onu anladım işte bu bayram. Sanki evlendikten sonra ki ilk bayramım bu bayrammış gibi bir izlenim oldu biliyorum  ama önceki bayramlarda ya tatil yapmıştık, ya ailemleydik, ya da Murat ın ailesiyleydik, bir bayram havası vardı yani. Tatil de bir yerde bayram sayılır :p İlk defa bu bayram öyle evde, tek kaldık, ondan daha bir anımsadım, daha bir özledim işte...Aradım, alıştığım gibi olsun istedim içimde bir yerde... Ya da sadece ailemi özledim.. Herşeyin nedeni buydu.
Yeni anımlarım oldu diğer yandan... Çünkü o 5 gün ne kadar geçmişi arasamda, hiç gülmediğim gibi güldüm. Dans ettim, hep yapmak istediklerimi ama ertelediklerimi yaptım. fotoğraf çektim, dizi izledim Murat la,( hatta öyle bir alıştı ki diziye kahvaltı masasına düzeneği kurup, açılana kadar uğraştığına şahit oldum ki kendisi hiç böyle film dizi için uğraşan insan değildir, hep ben ayarlarım herbirşeyi. ), evde Murat la daha önce geçirmediğim kadar vakit geçirdim, onunla klip çektim, tavla oynadım, yenildim, ağladım, yendim, dalga geçtim, alışveriş yaptım, ortaköye gittim, boğaz turu yaptım, çamlıca ya çıktım. Uyudum istediğim kadar, dinlendim... Bir taraftan çok özledim, çok istedim orada olmayı, diğer taraftan çok eğlendim, güldüm, gördüm, gezdim, iyi ki dedim buradayım....
Sadece işte bayram olmayaydı adı iyiydi, çünkü bayram olunca "bayram"  gibi olmalı diye geçiyor insanın içinden, aklından, kalbinden bir yerlerden...

17 Ekim 2012 Çarşamba

Ankara'nın en çok simidini özledim. Hayır yok, burada öyle simit yapamıyorlar... Oysa pekmeze batırıp susama bulayacaksınız işte. Gizli bir formülü mü var yani. Bir an gözümün önüne nutella reklamındaki amcanın simidin gizli tarifini verişi geldi. Tadına bakıyor, sonra bir susam tanesi daha yapıştırıyor :) E yok tabi öyle  bir reklam. Altı üstü simit yahu, atla deve mi.(Ah annemden kaptığım bir deyim daha. )

Sonra bir de sevdiklerime yakın oluşunu özledim. İstediğim zaman yanlarına gidebilme özgürlüğünü özledim. İş çıkışı buluşabilecek vakit olmasını özledim. Yani düşününce Ankara' da da eve 7 de gidebiliyordum. Burada da öyle. İşe gidiş geliş zamanı açısından hiç bir şey değişmemesine rağmen, nedense ben hafta içlerini arkadaşlarla buluşulacak vakit tanımına koyamıyorum artık. Burada kimse koyamıyor gerçi. Ben hala eski Ankara kafamla"İşten sonra buluşuruz işte" diyorum ama "neee haftaiçi miii" ye benzeyen tepkiler alınca, çok ilginç şeyler söylediğimi düşünmeye başlıyorum. Ne var yahu bir günde eve 10 da 11 de gidin trafik de azalmış olur diyesim geliyor. Demiyorum. Pıh diyorum. Susuyorum. Çünkü aslında bana da öyle kolay gelmiyor. E iki kıta var çünkü en büyük engel her şeye  Birimiz bir kıt'ada diğerimiz öteki kıt'ada olunca birinden birine gidiş yolu haliyle çok meşakkatli oluyor. (Ah meşakkat sözcüğü, anılarımın depreştirdin.) Hem Ankara nın her yeri öyle tanıdık, öyle bilindikti ki; her yeri, her sokağı evim gibi hissettire biliyordu.  Güvenli gibi. Değildi biliyorum ama öyle hissediyordum işte. İstanbul'sa içinde kaybolduğum bir canavarın midesi gibi. Beni yutmuş gibi, hiçbir yer tanıdık değil. Hiçbir yerde anım yok, aa şurada şununla şunu yapmıştıklarım yok. O yok bu yok. Aslında yok yok burada ama bana göre yok işte. Yazının seyri git gide tuhaflaşıyor. Amacım İstanbul'u kötülemek değildi yahu, Ankara yı özlediğimi söylemekti, özlediğim şeylerden bahsetmekti. Yoksaaaa İstanbul un da bana çok iyi gelen tarafları olmadı değil. Hiç kimseyi tanımıyorsun bir kere. Kimse de seni tanımıyor. Çoğu insanın hayatında kimsenin beni tanımadığı benim de kimseyi tanımadığım bir yere gitsem diye keşkelemeleri olmuştur En azından benim belirli periyotlarla olmuştur. İşte ben tam da bunun içindeyim. Süper yani. İster sokakta parende atarak ilerle, istersen bir apartmanın çevresinde ellerin havada çığlık atarak koş. Kimseyi tanımıyorum ki, biri görür mü ki diye endişelenmeme lüzum yok. Tabi olayın bu şekilde ilerlemesi için de kimseyle tanışmamam gerekir. Neyse ki soğuk nevale bir insanım da öyle sosyalleşme içgüdülerim yok denecek kadar az. Hiç bilmediğin bir yer olunca gidecek yerin, yapacak şeyin de çok oluyor tabi. Hiç öyle haftasonu eve tıkılıp kalma gibi bir durumun oluşmuyor. Ha bir de en sevdiğim kısmı simitleri bir ankara simidi olmasa da simit aldığında "Günaydınlar efendiiiiiiiim, hemen bir simit geliyor" diye şen şakrak konuşan simitçiler, her önünden geçişinizde ayağa kalkıp, "Günaydın efendim hayırlı işlerr" diyen peçete mendil satan yaşlı amcalar var.  Sırf o amca yüzünden çantam mendil doldu o ayrı. Şu anda farkediyorum ki bu yazı iyice saçma bir hal aldı, ankarayı özledim le başlayıp yaşasın istanbuldayım diye bitireceğim biraz daha devam edersem. O yüzden sustum.

Tamam tamam sustum.
Tamam tamam sustum....

:)


12 Ekim 2012 Cuma

Hani bazen böyle bir şarkıyı ne kadar dinlerseniz dinleyin tiksinmezsiniz ya, yani bir süre için, o süre geçince de dinlemeye tahammülünüz kalmaz, ama yani uzun bir süre için arka arkaya dinlersiniz. Hah işte bende bu ara bu ikisine sardım ve bildiğiniz  duygulanıyorum manyak mıyım neyim..

Mine-Original By Taylor Swift

Glee sahneleri geliyor aklıma ondan sanırsam....

Give You Heart A Break-Original By Demi Lovato

11 Ekim 2012 Perşembe

Anne : Ben size on kere bulaşığı yıkarken şu çöpü dışarı çıkarın demedim mi??
Çocuklar: Anne ne zaman dedin??
Anne: Demem mi lazım!!
Çocuklar:   :o

15-16 yaşında falanız ablamla. Ve o Anne benim annem.
Çok özledim :(

5 Ekim 2012 Cuma

Ben bazen çok huysuz oluyorum. Anlık değişiyor bu ruh halim. Mesela işten çıkarken süper enerji doluyum, şunu yapayım bunu yapayım diyorum. Sonra bir şey oluyor, sanki bir el dokunuyor bana ve içim negatif enerjiyle doluyor. Mutsuz oluyorum, kolum kalkmıyor böyle. Aklımda yapacaklarım var ama ben oturup tv zaplıyorum. İzlemiyorum da yani, zaplayıp geçiyorum. Böyle saatler geçiriyorum falan. İşte o zaman sevmiyorum kendimi.. Dünyada ülkemizde milyonlarca insan hiç uğruna ölüyorlar, bense burda hiç sebep yokken aptal gibi mutsuz mutsuz oturuyorum diyorum kendime.  Gıcık ruh halimdem çıkayım da azcık enerjileneyim diyorum yine. Ama olmuyor, bu malak ruh halim değişmiyor. Sonra günüm öyle saçma bitiyor. Çevreme de yayıyorum ayrıca, genelde yanımda Murat olduğundan en çok da o etkileniyor. Olmasa iyi ama oluyor işte. Ne yapayım!!

2 Ekim 2012 Salı

I Have No Idea WHY!!!

Tam da bu noktadayım.
Çalışmıyor, yani arada bir..
Hangi malak kod parçacığı girilen kayda göre bir doğru bir yanlış çalışır ki.. 
Benim tarafımdan yazılan!!
Ben diyorum zaten ya resim ya da fotoğrafçılık eğitimi alayım diye...



What can i do ??

1 Ekim 2012 Pazartesi

Şevval Sam > Gülbeyaz :)

Haftasonu Şevval Sam ın konserine gittik. Öyle önceden araştırıp "Aaaaaa Şevval Sam ın konseri varmış bilet alalım gidelim,kaçırmayalım" şeklinde bir arayışa ve heyecana girmeden, Murat ın  önceki Ctesi mesai yapacağımdan dolayı, beni götürmek için taaa Beşiktaşa kadar gelip, ben çıkana kadar da ortalıkta orda burda İnönüde dolaşmasının vermiş olduğu sıkıntı halinde biletix gişesine gidip ne var ne yok bakıp, bir iki tane etkinliğe bilet almasıyla gitmiş olduğumuz bir konserdi.  Ama eminim ki bundan sonraki konserlerinde o heyecana girip, o arayışı gerçekleştireceğim. Hayatımda gittiğim en kaliteli konserdi. Şimdi böyle deyince sürekli konserlere giden bir tipmişim gibi anlaşılıyor. Hayır efendim, üniversitede gittiğim bir kaç konser dışında çok öyle konserlere gitmiş bir insan değilim. Öyle internete girip, hımm kimin konseri var ki diye arayışlara da girmem hiç. Çünkü nedense bilinçaltım konseri perişanlıkla eşdeğer tutmuş.( Ta ki bu konsere kadar.) Önceki konserlerde, ya üniversite şenliklerinde milyonlarca kişi arasında itiş kakış dinlediğimden, ya konser veren sanatçının fanı olan çevrem veya ablam sayesinde konserden 4-5 saat öncesinde konser alanına gidip en ön sırada güneş altında beklemekten beynimin kavrulma noktasına gelmesinden (Ki o kadar saat beklemenin sonunda konser başlar başlamaz hastalanıp ablamı çeke çeke eve götürmüştüm, pity girl :D), ya da gittiğim konserin yaş sınırının 15 olmasından kaynaklanan etrafınızın ergenlerle çevrilmesinin verdiği "Napıyorum ben burda ya, ne oluyor, ne nerdeyim" ruh hali gibi sebepler yüzünden konserde zevk almayı bırak, şarkıyı söyleyen zat ve şarkıları dışında herşeyle ilgilenmekten yorulup bitkin düşünüyordum. İşte bundan dolayı konser merakım başlamadan bitmişti.   Tabi çevremizde de bir büyüğümüz tecrübelimiz yok ki, demiyor ki, kardeşim sen dandik konserlere gidiyorsun. Gel azıcık fazla para ver adam gibi konsere git. Hoş dese de öğrenci adam ne kadar para yatırabilir bir konsere. İşte büyüklerin tabiriyle işini eline almanın o nadide güzel yanlarından birisi, istediğin kadar para yatırabiliyorsun. Bu olaylar silsilesiyle çıktı gittik konsere. Cumartesi akşam 21.00 da Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava tiyatrosundaydı konser. İçimden söylene söylene gittim, hadi Leman Sam tamam da diyorum kendi kendime Şevval in sesi o kadar iyi değil ki, neyse olsun almış, şimdi tatsızlık çıkarmayım, hem değişiklik olur falan diye kendi kendimi avutuyorum güya. Çünkü biliyorum o kadar da iyi değil.(Çok biliyorum ben!) Her sesi az güzel olan da şarkıcı oluyor zaten. Hayır severim Şevval Sam ı. Gülbeyaz dizisini saniye kaçırmadan izlediğim zamanlar geçirdim. ama işte onu öyle sevmişim, Gülbeyaz olarak. Şimdi konser bendeki vizyonunu mahvetmesin istiyorum istiyorum bir yandan da. Bu durumun da huysuzluğunu takınmışken, gittik oturduk. Fotoğraf makinesi sokmak yasak, ona da söylendim bir ton. Saat dokuza geliyor ama sahnede tek bir ışık bile yok, bir hazırlık koşturmaca yok. "Yok kesinlikle 9 da çıkmayacak bu hatun kesin 10-10.30 "gibi çıkar, işte 1 saat durur gider diyorum. Bildiğiniz ön yargının dibine vurmuş haldeyim yani. Sonra saat tam dokuzda sahneye siyahlı insanlar dolmaya başladı. Tabi ben söylenmeyi bırakmıyorum, herhalde kendisinden önce çıkacak olan bir amatör ekip, ben bunun için mi para ödedim falan diye... Meğer onlar orkestra ekibiymiş. Ama çok kalabalıktı ne yapayım. Sonra ekran hafif aydınlanmaya müzik sesi gelmeye başladı. Bir miktar intro dan sonra Şevval Sam ın sesi duyuldu. Kendisi görünmeden bir dakika kadar sesini duyduk sadece. Sonra kendisi çıktı sahneye beyazlar içinde.. Saçında kocaman bir çiçek.. Uzun beyaz bir elbise vardı üzerinde, etekleri rüzgarda uçuşan. Sahne renkten renge girerken, spot ışıkları altında çok güzel görünüyordu. İlk 3 şarkı benim hiç bilmediğim sanırım Türk Sanat Müziği türünde şarkılar olduğu için söylenmeye son hız devam ettim(içimden tabi), başımı gökyüzüne çevirip, neredeyse dokunulabilecek kadar yakın olan bulutları ve onların arasından akıp gidiyormuş gibi görünen ay ı fotoğraflamanın ne kadar güzel olabileceğini düşündüm, sonra fotoğraf makinesini içeri almayan organizasyona tekrar söylendim, tekrar söylendim. Ta ki şevval sam saçındaki çiçeği çıkarıp, konuşmaya neden o şarkıları seçtiğini anlatmaya başlayana dek. Meğer Gülbeyaz'da tanıdığım Şevval Sam dan daha keyifli, daha sempatik bir insanmış kendisi. Ve sesi inanılmayacak derecede kaliteli. Canlı performansı çoğu dinlediğim sanatçıyı beşe ona bine katlar. İşin tuhaf yanı hiç vokal de kullanmıyor. Yalın sadece onun sesi var, ve tüm tiyatroyu dolduruyor. Minicik bir an bile olsa sizi rahatsız etmiyor. Aksine hiç susmasın istiyorsunuz.
Türk Sanat musikisini bırakıp "şimdi sıra biraz da oynayalım" şarkılarına geçince, konser benim için yeniden başlamış oldu. Hayır kalkıp oynamadım tabi ki, ama çok keyifliydi. Yani yalnızca şarkıları söyleyip geçmiyor, seyirciyle iletişimi de çok iyi, tüm konsere dahil olmanızı sağlıyor. Bunun yanında şarkı söylerken, şarkıalra göre sahneye gelen dansçılarla konser ayrı bir görsel şova dönüşüyor. Tango, folklor, semazen,zeybek ve bir tane de adını bilmediğim hani kemençeyle yapılan, erkeklerin aynı kol omuz bacak hareketlerini yapıp pat pat diye sesler çıkararak dans ettikleri dans türü, hepsini uygun şarkılar eşliğinde izledik. Bir ara sahneden "Hazırsanız yanınıza geliyorum" dedi, ve hakikaten geldi de. Tüm amfiyi tek tek dolaştı. Sarıldı, kucaklaştı, el salladı. Ve yakından daha da güzelmiş meğer. Bunu Murat ın "Evet ne kadar güzelmiş" demesi de pekiştirdi.:D Kolay kolay yanımda diyemez çünkü, demek ki hakkaten beğenmiş, tutamamış kendini:D Ya da ben "Vav ne kadar güzel kadınmış yahu" deyince benden cesaret de almış olabilir. Olsun olabilir tabi böyle vakalar :) Annesi Leman Sam ın da orada oluşu ve sahneye çıkıp düet yapmaları da ayrı bir şovdu...
Saat 12 yi geçiyordu ve konser hala bitmemişti. Yalnızca müzik kalitesi açısından değil, sosyal açıdan da çok dolu bir konserdi. Ülkemizde ve başka ülkelerde gerçekleşen, din, dil, ırk etnik ayrıklaşmasının getirdiği kötü sonlara, savaşlara da değindi, her dilden şarkı söyledi. Ermenice, Kürtçe, Türkçe... Geçenlerde kaybettiğimiz büyük ozanımız "Neşet Ertaş" la paylaştığı bir hikayenin ardından, Neşet Babanın en güzel şarkılarından biri olan "Ahirim Sensin" türküsünü tam da yakıştığı şekilde icra etti. Anlattı, güldü, güldürdü, söyledi,söylettirdi.. Konser sonunda "Bidaha bi daha " seslerine karşı koyamadan, ayağında ayakkabısı olmadan sahneye geri döndü, ve en kötü günümüz böyle olsun deyip, bu şarkıyı söyledi...

                                                      Ağlama Değmez Hayat Bu Gözyaşlarına...
Doğru, çok doğru...
İyi ki gitmişim, tüm ön yargılarıma rağmen...
Murat Dirildi' ye teşekkürler... :)