29 Eylül 2012 Cumartesi

Karabasan mı Al Karısı mı Uyku Felci mi her neyse...

Karabasan diye bir şey var. Halk arasında Al Karısı diye de geçiyormuş. Şimdi bunun iki açıklaması var. Birincisi: dinsel açıdan açıklaması olan bu olayın cin yada cinlerin eseri olması durumu. İkincisi ise uyku felci diye adlandırılan bilimsel açıklaması. Bunun açıklaması biraz uzun olduğundan alıntı yapacağım: 
Uyku felcinin başlıca belirtisi uyanma öncesi veya uyuma öncesi görülen kısmı veya geçici iskelet kası felcidir. Diğer bir deyişle, bir kişinin uykuya dalarken veya uyanırken hareket edememesi veya konuşamaması hissidir. Uyku felci ile birlikte hypnagogic halisünasyonlar olabilir. Bu halisünasyonlar işitsel, dokunsal ve/veya görsel olabilir. Uyku felci kişi tekrar REM uykusuna dönmeden önce veya tamamen uyanmadan önce birkaç saniye veya birkaç dakika sürebilir.Uyku felci, rüya gören bir kişinin rüyasında yaptığı hareketleri aynen yapmasını engellemek için REM uykusu süresince oluşur. Uyku felcinin fizyolojisi hakkında çok az şey bilinir. Bununla birlikte, uyku felcinin beynin pons bölgesindeki motor nöronların post-sinaptik inhibisyonu ile bağlantılı olduğu önerilmektedir. Özellikle, düşük seviye melatonin kasların uyarılmasını engelleyecek şekilde sinirlerdeki depolarizasyon akımı durdurabilir, ve rüyada yaşanan fiilin gerçekte yaşanmamasını sağlayabilir (mesela, rüyasında koştuğunu gören bir kişinin gerçekte koşmasını engellemek gibi). http://islamikesif.blogcu.com/karabasan-nedir/6775624
Genelde birinci açıklaması halk arasında daha yaygın diye biliyorum ama ben ikinci açıklamaya inanma eğilimindeyim. Çünkü geçen gece iki kez yaşadım. Şöyle ki;
Karasaban mıydı :)
Dün çok uykusuz olduğum için yemekten sonra " bir uzanayım da kalkarım" lardan birini yaşarken saat 9:30 PM gibi uyumuşum. Sonra Murat beni uyandırdı, ki yarım saat sonra kaldırmasını istemiştim ama yapmamış dinleneyim diye, saat 11 PM i biraz geçerken kalktım, yatağıma gittim, uykuya orada devam etmek için. Ama olmadı, uyku kaçtı bir kere. Uyku kaçınca yapılacak en iyi şey gidip e2 yi izlemekti belki ama işte "belki uyurum, yok yok kesin uyurum kalkmayayım şimdi, yarın da iş var, tv izlersem uykum iyicene kaçar, gene uykusuz kalırım"  gibi daha bir dolu sıralayabileceğim uyku eğilimim yüzünden kalkmadım, bir soda aldım, yatarak içtim.(Evet yatarak sıvı tüketebilirim, boğazımda kalmıyor hayır.) Sonra yine uyumaya devam etmeye çalıştım. Tabi uykunuz kaçmışsa bilirsiniz aklınıza milyonlarca işiniz gücünüz sıkıntınız derdiniz sinir olduğunuz kızdığınız şeyler gelir çöreklenir. Sonra onları düşünmeye şunu şöyle edeyim bunu böyle edeyim aman şunu yapmayı unutmamam lazımlara başlarsınız, ki uykudan eser kalmaz. Tam da öyle bir durumdayken, hep yaptığım gibi içimden dua okuyayım uyurum böylece dedim ve okumaya başladım. Bu sefer de dua okuyorum ya başladım saçma sapan düşüncelere dinsel açıdan. Töbeliyorum fakat nafile... İç sesim konuşabildiği en yüksek sesle en saçma şeyleri söylüyor. O konuşuyor ben töbe Allahım diyorum. Böyle geçen birkaç saniyenin sonunda işte o Karabasan tabirindeki şey gerçekleşti. Üzerime bir ağırlık çöktü ama aynı zamanda da titriyorum. Bağırmaya çalışıyorum "Murat birşeyler yap" diye ama sesim çıkmıyor, konuşamıyorum. Gözlerimi açmaya cesaret edemiyorum ya birşey görürsem diye. Bu şekilde geçen bir 5-6 sn sonunda ağırlık kalktı, rahatladım. Kendime geldim. Murat ı kaldırsam mı diye düşündüm, ama yapacağı hiçbir şey olmadığından kaldırmadım. Ablamın her korktuğunda yaptığı gibi kolunu tuttum. Ama tabi o an ki durumum uykuyla uyanıklık hali arasındayım. Yani ne bilincim tam açık ne de tamamen kapalı. Yaklaşık on dakika sonra, yine tam uykuya dalmak üzereyken ama bilincim biraz daha kapalıyken bir daha oldu. Bu defa, ilk sefer ki kadar kötü olmadı. Bir ağırlık çöktü, çok hafif bir titreme geldi sonra geçti. Nedenini de uykusuzluğuma, stresli düşüncelerime veriyorum ben, o yüzden ikinci açıklamaya inanma eğilimim fazlaca. Ama dinsel açıdan saçma sapan şeyler düşünürken olması da işin ilk boyutunu da katıyor işin içine. Kısmet artık. 
İşte iki karabasan bir soda, bir dolu da saçmalama sonunda uyumuşum. Ki saat neredeyse 4:00 AM falandı. Öyle olunca sabah yine uykusuz gözlerle ve gergin bir ruh haliyle uyanıyorsunuz. Sonra bide işe gidiyorsunuz, iş yerinde uykuyla uyanıklık arasında olunca, bu defa karabasanlar gelmiyor ama hayat bir rüyaymış gibi geliyo, her şey gerçekliğin dışında gibi.. Yani bana öyle oluyor.. 
Sonuç olarak siz siz olun 9 da uyuyorsanız ya sabaha kadar uyuyun ya da eşinizi dostunuzu annenizi babanızı ablanızı kardeşinizi sizi yarım saat uyandırması için uyarırken "uyandırmassan eğer" le başlayan tehditkar cümleler kurun ki kıyamayıp uyandırmama girişiminde bulunamasınlar.. 

21 Eylül 2012 Cuma


“I can never read all the books I want;
 I can never be all the people I want and live all the lives I want.
 I can never train myself in all the skills I want.
 And why do I want?
 I want to live and feel all the shades, tones and variations of mental and physical experience possible in life.
 And I am horribly limited.”
                                             Sylvia Plath.

Siyah zilimsi şey..

Biz dün şöyle bir olay yaşadık.
İşten eve geldik. Asansöre girdik 5. kat düğmesine bastık. Ha evet asansörlü apartmanımız. Bunu böyle bir tek bizde olan bir icat mış gibi anlatmama bakmayın, alışveriş sepetini biz bunları nasıl çıkarıcaz yaa diye kaç kez boşalttığımızı bilirim ben. Asansör büyük nimet. Neyse konumuza dönelim. 
Evet 5. katın düğmesine bastık. Sonra asansör durdu, indik. Bir baktık zilimizin yanında bir siyah alet var. O da zil gibi, düğmesi var. Duvara yapıştırılmış biçimde duruyor. "Bu nedir ya!" diye bir tuttum, çektim, çıkartmaya çalıştım ama çıkmadı, iyi yapışmış. Tabi ben bunları yaparken aklımdan ev sahibine karşı milyonlarla sevimsiz cümle ve sözcük geçiriyorum.(Bir kat üstümüzde oturuyor da kendisi.) Ne demek ki bu diyorum, zilimiz her çaldığında onunkinin de çalmasını sağlayacak bir sistem mi ki bu diyorum, ne yani evimize girip çıkmalarımızı mı kontrol etmek istiyor, malak adam, uyuz adam falan diye geçiriyorum içimden.(Hayal gücüne bak!) Geçirdikçe de hiddetleniyorum. Tabi bu sırada Murat da boş durmuyor, önce o siyah alette ki düğmeye, sonra yanındaki düğmeye basıp duruyor. İkisi de çalıyor, zil gibi. (Tabi benim böyle uzun uzun anlattığıma bakmayın, tüm bu olaylar 1 dk içinde yaşanıyor.) Tam o anda ikimiz de aynı anda kapının üzerindeki numaraya bakıyoruz. "10" yazıyor. Ki biz "12" numarada oturuyoruz." Nasıl yani, yanlış katta mı indik, aa zil de çaldı , " falan dememize kalmıyor, kapı  açılıyor. Karşımızda ev sahibi abi durup bize anlamsızca bakarken, biz ağzımız açık, ellerimizi karşımızda eller yukarı diyen polisler varmışçasına havada tutarak, suratımızda da pıskırmaya hazır bir mimikle "Pardon! yanlışlıkla bastık da" diyoruz. Adam salaklığımıza gülüp "Önemli değil, ii akşamlar" diyor. Biliyor çünkü üst katta oturuyoruz aslında. Asansöre kendimizi atıp, yarıla yarıla 4. kattan 5. kata çıkıp, doğru dairede olduğumuzu bir kez daha check edip, evimize giriyoruz. Hayır eğer o siyah zilimsi şey orada olmasaydı, bildiğin anahtarı sokup kapıyı açmaya çalışacaktık biz. Hırsız mı, deli mi ne damgası yerdik bilmiyorum. Hadi tamam ben kansızım, ilacımı da ne zamandır almıyorum, yorgun düşüp kapı numarasına bakma gereği duymamış olabilirim de Murat neden bakmıyor. Kanlı canlı olan o. (Maşallah) Nasıl oluyor da beynimiz aynı çalışıyor, ya da çalışmıyor :p  Kör-şaşı olayına bağlıyorum bu durumu..:D 
Ama hala çözemedim o asansör neden 4. katta durdu ki, basmadık da çağıran da olmadı. Bu kısım hala açıklayamadığım bir sır, tüm gizemini koruyor. Kısmet..

19 Eylül 2012 Çarşamba

Kaygısız yuvarlanmış kaygısızı bulmuş..

Bir kaç önceki yazımda da belirttiğim gibi hafta sonu bir arkadaşımın düğünündeydim. Çocukluk arkadaşım. Herkesten daha uzun süredir arkadaşım dediğim insan. Babalarımızın aynı yerde çalışmasından mütevellit bizim tanışmamızdan daha önce birbirlerini tanımaları, aslında bebekliğimizden bu yana aynı diyarlarda takıldığımızı gösteriyor olup, canımız istediğinde bu durumu "Biz aslında bebeklikten beri beraberiz" şeklinde kullandığımız bir bağın içerisinde olduğum tek arkadaşım. Tabi bizim tanışmamız emeklediğimiz yıllardan bir 6-7 yıl sonrasında gerçekleşti. İlkokulda aynı okula, aynı sınıfa düştük efendim. Tabi o zamanlar onlar bizim apartmandan yaklaşık bir 100 metre ilerde başka bir apartmanda oturuyorlar. O sarışın, sarı upuzun saçları var, dolayısıyla hoşlanmıyorum bende. (O yaşta varmış fesatlık bende. :)) Benim başka bir arkadaşım var. İsmi "Sümeyye". Fakat alının yazgısı gereği Sümeyye ilk sömestr sonunda okuldan ayrılıp, Almanya'ya taşınıyor. Kaderin cilvesi de bu ya, o sarı saçlı güzel kız da (adı da MerveNur muş pehhh havalarındayım hala tabi ben) tutup bizim bitişik apartmanın tam da bizim olduğumuz dairesine taşınıyor. Şimdi oldu mu sana bir ortak nokta. Onlar 15-A biz 15-B nin 9 nolu dairesinde oturuyoruz. Bu yüzden birbirimize gülümsemeye, okula beraber gidip gelmeye başlıyoruz. Gel zaman git zaman ben onun sarı saçlarına hayran olduğumu itiraf ediyorum, o da bana yakınlık duyduğunu her fırsatta belirtiyor, böylecene kaynaşıyoruz. Aradan yıllar geçiyor, küslükler barışmalar, aramızı girmeye çalışan ve dönem dönem de başarılı olan insanlarla dolu bir yığın anı biriktiriyoruz. Aynı lisede aynı sınıfa düşüyoruz. Lisede bizi Sarı-Kara ikilisi diye anmaya başlıyorlar. Onu gördükleri yerde beni, beni gördükleri yerde onu arıyor herkesin gözü. Ayrı ayrı değil, birlikte bir anlam ifade etmeye başlıyoruz insanlara. Tamamen zıt karakterler oluşumuz birbirimizi tamamlamamızda en büyük rolü oynuyor. O ne kadar rahatsa ben o kadar endişeli oluyorum aynı konuda ve aynı konumda. O rahatça müdür yardımcısının odasına girip, imzalı izin kağıtlarını sallana sallana çantasına atarken, ben kapıda can çekişerek onu odadan çıkarmaya çalışıyorum. Ama o durmuyor, sevdiği çocuğun dosyasından resmini çalmaya uğraşıyor. Bense tekrar tekrar beraber geçirdiğimiz yıllar boyunca yaptığım gibi ve daha geçireceğimiz diğer yıllar boyunca da yapmaya devam edeceğim gibi ona yakalanacağımızı, yapmamasını, etmemesini, durmasını, yanlış olduğunu söylemeye devam ediyorum. Hiçbir işe yaramıyor... Hep olduğu gibi...
Hal böyle olunca onun düğününde neden bir telaş bekledim bende bilmiyorum. Adı "Düğün" olduğundan herhalde, onunkinde de bir telaş bekledim, benimkinde fazlasıyla mevcuttu çünkü. Düğün gününün sabahı gittim yanına. Cumartesi sabah 8.30 da. Tabi ben düşünüyorum ki, bu kızın işi gücü, uğraşıp ilgilenmesi gereken bir ton işi, kuzeni, osu busu vardır. "Sen bizimle ilgilenme diyorum, biz kahvaltı falan yapar, kuaföre yanına geliriz, sen uyu sabah ben seni ararım" falan diye sıraladım anlayışlı arkadaş edasıyla kendimce. Sabah daha otobüsten inmeden aradı, neredesiniz diye, gelip bizi alacaklarmış damat beyle, kahvaltıya damadın ailesinin evine gidecekmişiz. Yahu sen ne diyorsun, senin annen baban kardeşin nerede diye gayriihtiyari bir soru çıktı ağzımdan. "Haa onlar daha gelmediler düğüne gelecekler işte" diye bir cevap aldım. Dumurluğum şok haline bağlandı.  Neyse dedim, herhalde beni yanında istiyor, gideyim. Neyse efendim geldiler, oturduk bir güzel çay içtik, onlar kahvelerini, sigaralarını içtiler. Sallana sallana gittik eve, sallana sallana kahvaltı ettik. Sallana sallana çıktık, napalım napalım diye düşündük,(işimiz gücümüz yok çünkü, sıradan bir gün ya o gün) hadi düğün yerine bakmaya gidelim dedik. Gittik de. Baktık beğendik, şurası şöyle olsun dedik, ama burada bu olmayacak değil mi dedik, dedik derken hepsini de ben dedim, o, gelin olaraktan yine öyle kaygısız kaygısız dolaştı. Damadın da bizim kızdan eksik kalır yanı yok zaten. Hani nerede düğünden önce gelin görülmezmiş teranesi, neyin kafası bu ya falan diye sorma girişiminde de bulundum, strese sokmaya çalıştım, yahu şurada kaç saat var, kuaföre ne zaman gidicez de giyinip makyaj yapıp 17.30 da olan nikaha yetişicez biz dedim,(ha evet nikah 17.30 da idi, biz bu konuşmayı yaparken de saat 12 falan işte.) onlar güldüler. Ben gülmedim. Sonra kuaföre gittik, bu kaygısızlar kraliçesi yalnızca kendisine randevu ayarladığından baldız konumunda olan kaygısızın bana daha çok benzediğini düşündüğüm kızkardeşceğizi bile öylecene kalakaldı kuaförsüz. Herkes evleniyor çünkü ne kerametse, kuaförler dolu hiçbirisi almıyor bizi. Biz kaygısız gelini kendi kuaföründe bırakıp çıktık tek tek kuaför dolaşmaya. Gözlerimizi büyütüp başımızı yana da eğdik ama üniversitede yarattığı etkiyi yaratmamış olacak ki kimse tınlamadı bizi. Kaygısız gelinin kaygılı arkadaşlarından bir diğeri olan Betül sağolsun buldu soktu bizi bir yere. Hem de bomboş oh mis gibi.
Biz niye kuaföre geldik ki evde maşayla da yapardık ya biz bunu diye söylenerekten saçımızı iki kıvırttrıdıktan sonra eve geldik bir baktık bizim gelin "Gelin"  olmuş. İçimden bir yerlerden "Gelin olmuş gidiyorsun bana veda ediyorsun" şarkısı geçti ama dillendirmedim, yeri değildi. Sonra biz de çarçabuk bir makyaj yaptık giyindik. Hala küpe takmak için kulaklarımızı deşerken davul zurna sesi duyuldu. Bu arada kız evi olaraktan bahsettiğim Betül arkadaşın evi kapsenlendi, çünkü kızımız başka şehirde evlendi, hıhı evet. Neyse geldiler, imam nikahı kıydılar, kızı alıp gittiler. Bizde peşinden tabi. Bir de çıkarken başlarından şeker attık, öyle de bir adetmiş. Sonra düğünün en sevdiğim yeri neresiydi tabi ki gelin arabası. Sarı bir masteng di (Böyle mi yazılıyor ki bu.) Çok beğendim, hatta gelinle damadı bırakıp giden arabanın peşinden düğünü bırakıp gidesim geldi. Ama nikah şahidi olduğumdan irademe gem vurdum. Ha evet ben nikah şahidi oldum birde. Ama saygıya değer eşim can yoldaşım hayat arkadaşım yarim meskenim benim bir fotoğrafımı çekme gereği duymamış, inanabiliyor musunuz, neden çünkü çok heyecanlanmış, ilk defa nikah şahidi olduğum için. Evet bana da bu işte bir terslik var gibi geldi ama ses etmedim, nasıl olsa gelin damat da resim vardır. (Vardır demi. ) Resim olmasa da kapı gibi imzam var, eciş bücüş attım ama olsun. Sonra bizim kız el oğlunun ayağına bastı, ama nikah memuru teyze( bu sefer hakim demedim ) evlilik cüzdanını ikisine aynı anda verdi. MAntıklı. Sonra hızlandırılmış bir düğün senaryosu izledik. Hemen pasta, ardından dans, ardından takı, ardından bizimle azıcık daha oynama. Sonra damat geldi düğünü bitirem mi dedi oluurr dedik. Düğün bitti.
Ama bizim için gece yeni başlıyordu. Gittik önce karnımızı doyurduk 4 büyük boy pizza söyledik. Tam da rejime girmiştim, şans işte. Ne yani en yakın arkadaşımın düğün ertesi pizzasını red mi etseydim. Üç büyük günahtan biri. Yedim tabi 1,5 dilim. Sonra "Paşa" diye bir yere gideceğiz dediler. Gide gide bir başka kapalı düğün salonuna gittik. Noluyo yaa düğüne burda mı devam edicez falan diye düşünürkene ben iki tane esrarengiz kapıdan geçip karanlık, dumanlı, canlı müzikli bir bar ortamına adım attık. İyi yere saklamışlar ama, kimse orada öyle bir yer olacağını düşünemez yani. Orada da bir gelin damat dansı izledik. Bir de oradaki kalabalığı örgütlemem ve gelin damat yeni evli çiftinin yardımıyla yine saygıdeğer eşim yarim meskenime bir doğum günü sürpizi yaptık. :) Öyle işt egüldük eğlendik, yedik içtik, hopladık zıpladık. Bir çifti daha bu kervana soktuk.
Mutlu olsunlar onlar, hep kendi aralarında bizim hiç anlamadığımız ama onların katıla katıla güldüğü saçma geyikler yapıp gülsünler, şiveli konuşsunlar, sevsinler, saysınlar, hiç üzülmesinler, başladıkları gibi hep kaygısız devam ettirsinler hayatı... Kaygısız kalsınlar.:)

When I am Sad..




Böyle de bir şey var. 
Evet benzetiyorum sana bana ona buna.
When i am sad
I think everything is stupid.
Birds are stupid
Umbrella is stupid.
Rain is Stupid..

Ben hep böyle hissederim mesela..




Mesela şöyle düşünün:
Bazen bir arkadaşınızla aynı olaya tanık oluyorsunuz, sonra onunla olduğunuzu unutup olayı anlatıyorsunuz, ama arkadaşınız diyor ki "Ben de yanıdaydım ". Susuyorsunuz.
Bir de şöyle bir olay var.
Aynı maçı izleyip, aynı golü aynı rövaşatayı izleyenler birbirlerine "Sağ ayağında çevirip sola pas verip, kafasıyla golü attı" deyince diğeri "Ben de izledim " demiyor. Saatlerce bunu konuşuyorlar.
Öyle yani. Aklıma geldi ne değişik dimi..

17 Eylül 2012 Pazartesi

Doğum günüsü..

Çocukken ne kolaydı doğum günleri. Annem bir pasta yapardı, yanına da  bir poğaça. Mahalleden arkadaşlarla sokakta oyun oynarken, annemin hazır olduğunu söylemesiyle hep beraber eve doluşurduk. Mutfaktaki ikinci çekmecede ne kadar mum varsa koyardı annem pastanın üzerine, bir dilek diler üflerdim. Ne dilediğimi soran bile olmazdı, maksat pasta yemek çünkü. Yerdik içerdik, sonra haydi herkes evine. Oh mis gibi olup bitiyordu işte.
Yaş büyüdükçe iş daha da zorlaştı. Hediye alışverişi, sürpriz yapma curcunası derken doğum günü çocuğunun çevresindekiler için o gün aylar öncesinden planlanan bir organizasyon haline geldi. Hayır ömründe bir iki defa yapsan bu organizasyonu tamam, ama her yıl her yıl olunca iş çığırdan çıkıyor.. Sadece bir insanınkine odaklansan da yine bir nebze yapılabilir, ama bu işin,  annesi babası kardeşi ablası eşi dostu sevgilisi osu busu da olunca her an yeni bir hediye seçimi, sürpriz fikri sizi bekliyor. Bir kaç gün öncesinde tam da öyle bir curcunanın ortasındaydım. (Bunun yanına bir de çocukluk arkadaşım, dostumun evlenmesi girince curcuna beşe ona katlandı, neyse bunu ayrıcana anlatacağım.) Ne yapmalıyım, harika olmalı, farklı olmalı, öyle olmalı böyle olmalı.. Tüm bu "malı meli" lerin içinde boğulup dururken, aslında bunun yukarı anlattığım  beni zorlayan bir doğum günü  zorunluluğu değil, tek bir şey gerçekleştiğinde işte oldu diyebileceğim bir telafi ediş olduğunu farkettim. O mutlu olmalı.
 
Doğum günü 16 Eylüldü. Sıradan bir ayın sıradan bir günü. Doğum günü.. Hiçbir anlamı, diğer günlerden hiçbir farkı olmayan bir gün.. Bir başkasına göre belki.. Ama bana göre değil.. Doğum günü olduğu için klasik bir anlam yüklemek de değil niyetim. Sadece o günün bana, hayatıma kattıkları öyle fazla ki. Bazen düşünüyorum. Ya o gün olmasaydı, es geçilseydi. Hiç doğmamış olsaydı mesela. Nasıl olurdu benim hayatım. Yaşayamazdım demiyorum, tabiki yaşardım. Onu tanımadan önce yaşadığım gibi. Fakat benim hayatımda bir ondan öncesi bir de sonrası var işte. İki ayrı kişilik neredeyse. Hayır şizofren falan değilim. Ama bugün ki ben olmamı sağlayan çok şey öğrendim ondan. Hayatıma giren birçok insandan çok şey öğrendim evet. Arkadaşlığı, dostluğu, sevgiyi, hırsı, öfkeyi, ihaneti, hayalkırıklığını, mutluluğu, özlemi... Herşeyi çevremdekiler öğretti bana.. Ama onca insan içinde birtek o herşeyden önce tüm mutluluklardan, etkilemelerden önce kendimi tanımama zorladı beni. Bana rağmen benimle savaştı. Kendini bana göstermek için acele etmedi. Kendisine odaklanmaya zorlamadı beni. Hiç almadığım kadar özgürlüğü çekip aldı benden, bana vermek için. Bana inandı, yapabileceğimi, gidebileceğimi, istediklerimi istediğim gibi haykırabileceğimi anlatan yine oydu.  En zor günlerimde, kendime herkese, herşeye kapatmışken,  onu tekrar ve tekrar uzaklaştırırken kendimden, en çok o tuttu kollarımdan.  O yıktırdı duvarlarımı. Ben ilk defa ailem dışında bir insanın yanında ağlamamak için tutma gereği duymadım kendimi. Hatta onu bekledim doldurduğum balkonları boşaltayım diye. (Bu onun deyimi:) ) O gelmeden ağlamaz oldum. Kendimle, hayatımla ilgili geriye ittiğim onca şeyin farkına varmamı sağladı. Bana beni anlattı, anlatmak için çabaladı, ve hala da çabalıyor.
Bu anlattıklarım hayatıma sadece "ben" olarak kattıklarının bir kısmı. O sadece benim eşim değil, ya da halk arasında geçen tabirle "koca"m değil. Aslında o benim en iyi arkadaşım. Dostum, sırdaşım. Hayat arkadaşım, dolaşıp gittiğim kürkçü dükkanım. Omzumu rahatça yasladığım yastığım. En rahat yerim, yuvam.. Sıcak, güvenli ve gerçek.. Daha kelimelerle ifade edemeyeceğim, etsem de buraya yazmayı çok doğru bulamayacağım anlamları var işte içimde bir yerlerde. Hal böyle olunca evet sıradan bir gün aslında. Bir önceki günün aynısı. Aynı güneş, aynı çimen, aynı toprak, su, rüzgar.. Ama o gün ona benim için nasıl da özel olduğunu göstermeyi hatırladığım gün.. İşe, kitaba, tvye bilgisayara, oraya buraya dalıp da unutmalarımı, yanımda olmasının verdiği güvene dayanarak ertelemelerimi,  ilgilenmemelerimi, dikkate almamalarımı, gereksiz yere takındığım tatsız tavırlarımı, kırılacağını düşünmeden yaptığım yanlışları telafi etmeyi hatırladığım gün.. Bir yandan herşeyi için teşekkür ederken, bir taraftan da herşey için özür dilediğim gün.. "İyi ki doğdun" diye her an haykırdığım gün. İşte tüm bu sebeplerden dolayı, içimde beynimde bir curcuna büyüyor. Hiçbir şey yeterli gelmiyor. Bir hediye, bir sürpriz. Bu kadarcık değil çünkü onun bana kattıkları. Doğum günü olması da değil önemli olan zaten. Onun var olmasında, yanımda olmasında, orada o koltukta bana sürekli açıklama yaparak, maçı izliyor olmasında, yüzümün asıldığı, asıldığı anda fark ediyor olmasında bütün herşeyin kaybolup sadece onun varoluşunun anlam ifade edişi.
Yazılacak daha öyle çok şey varken, duruyorum artık. "İyi ki varsın" cümlesi, hem bu kadar basit hem de insanın içinde büyüyen onca şeyi tam anlamıyla ifade eden tek cümle bence. İyi ki var o, iyi ki yanımda. Karşımda, gülünce gamzesi çıkıyor, bir de doğum gününde süpriz yapılınca yüzü kıpkırmızı oluyor. Utancından gülümseyemiyor bile, öylece şaşıp kalıp, bir futbolcunun hayranlarına el sallaması edasıyla kırmızı bir suratla elini kaldırıp kafasını sallıyor. :)
İyi ki doğmuş.. İyi ki es geçilmemiş onun Doğum Günüsü...

13 Eylül 2012 Perşembe

An itibariyle kaybettiğim eşeğimi tekrar bulmuş bulunmaktayım. 
Teşekkürler Allahım. 
Mutluyum yaşasın, yehuuuuu heyooooo, yayyyy, yaba daba duuu!!
İçimde daha birçok ünlemlisel çığlıklar kopmakta. Ama malum iş yerinde bir bilgisayar başında programı inceliyormuşum gibi yaptığımdan yalnızca yüzümde aptal bi sırıtışla yetiniyorum :)
Bu arada fizy mood da da bu şarkı çalmaya başladı. Güzel hoş, seviyorum Nilüferi ben.



Yeter, yeter 
Öleceksek ölelim.
Haydi vur kendini şaraba,
Kedere ve aşka vur.
Daha içelim hey, 
Daha içelim hey hey.
Daha içelim hey, 
Daha içelim. 

Bu şarkıda bile deli gibi neşelendim:)

12 Eylül 2012 Çarşamba

Bir Narnia olmasa da Sihirli Dolap sihirli dolaptır..

Narnia Günlüklerinde çocukların sihirli dolaptan geçip diğer fantastik dünyayı keşfettikleri o sahne bana hep kendi çocukluğumu hatırlatır. Bir dolaptan geçerek öylesine fantastik bir dünyaya geçmişliğim yok ve tabi ki evimizde öyle bir dolap da yok. (Olsaydı iyiydi.) Ama evimizde "Babamın Dolabı" vardı, ve o dolap, o yaşlardaki ben için sunulabilecek en fantastik dünyayı sunuyordu bana. Ben evden ayrıldığım için geçmiş zamanlı konuşuyorum yoksa, dolabın kaybolduğu falan yok, hala duvarı boydan boya kaplar biçimde annemlerin odasında durmakta. 
Bu dolapta neler yoktu ki.. İçeriğini halen tam olarak bilmem mümkün değil. Bildiğim tek şey, babamdan ne zaman bir şey istesem (ne olursa, pil, cd, fiş ,priz, telsiz, kitap, kalem, defter, fotoğraf makinesi,radyo, lamba, el feneri, çivi, çekiç, tornavida, telefon, kablo, roman, ingilizce kitap, 4 ortalı metod defter, vs daha aklıma gelmeyen çeşitli malzeme) babamın odasına kapanıp, dolabın altını üstüne getirip ve sonunda eli dolu olarak yanıma döndüğüdür. Hiç boş döndüğünü görmedim. Dolayısıyla o dolap hep bir gizem doluydu benim için. İçinde daha neler var acaba diyordum. Babamdan izinsiz karıştırmam mümkün değildi, o karmaşanın babama göre öyle bir düzeni vardı ki, minicik bir vidanın yeri değiştiğinde bile anlıyordu dolabını birilerinin açtığını. Günlerden bir gün yine babamdan bir şey istemişken, ne olduğunu hiç hatırlamıyorum, ve babam yine dolabını büyük bir özenle alt üst haline getirmişken, onu gördüm. Dolabın alt rafının karanlık bir köşesinde, öylesine yalnız, tozlu duruyordu. Büyük bir çığlıkla "O şey bir pikap mı!!" diye bağırdığımı hatırlıyorum. Adamcağız sıçramıştı, nasıl konsantre olduysa artık. Neyse kırk nazla çıkardı pikabı ortalığa. Kapağı kırılmış, lastiği tozlanmış, eskimiş ama biraz uğraşılırsa hala çalışabilir vaziyetteydi. Babama hayatımda bir daha o kadar yalvarıp yakardığımı hatırlamıyorum, "bende kalsın, benim olsun" diye... En son kendi evim olduğunda vermek üzere söz verdi. O gün o pikap olayı öylece kapandı. Babam sanıyordu ki ben o pikabı unutacağım. Unutur muyum efendim, sırf o yüzden üniversiteyi kazanıp kendi evime çıktım :p Tamam tek amaç bu olmasa da etkenlerden biriydi. Neyse öğrenci evime yerleşince tekrar çıktım babamın karşısına pikabı alayım diye. Yok kabul olmadı, öğrenci evinde ne olup olmayacağı belli olmazmış, kendi evim olması lazımmış, tamamiyle benim olması gerekliymiş falan bir dolu bahane sıraladı bana. Sanki büyük güvenlik önlemleriyle korunan tarihi eser, dolabın bi köşesinde duruyor işte. Hayır bu sırada ortada bir pikap olduğunu öğrenen sevgili ablam da ona ortak olmaya çalışmasa hiç mühim değil. Beklerim bir 4 yıl daha diyorum. Neyse nitekim çirkefliğimi son raddeye getirip pikabın bana ait olduğu, bana söz verildiği gerçeğini ablama kabul ettirdikten sonra bir 6-7 yıl daha bekledim. Üniversite bitti, işe girdim ve sonunda evlendim. Neden? Tabi ki pikabı almak için :p Tamam gene tek amaç bu değildi fakat işe yaradı. İşte o gün gelip çatmıştı. Pikap büyük bir itinayla çıktı o karanlık kuytu köşesinden. Temizlendi, onarıldı, ve valizime koyup götürdüm "kendi evime". Ama ne beklersiniz, pikap yolda gelirken kablosu kopmuş. Ee malum kaç yıllık bir alet, benden yaşlı, neleri görmüş geçirmiş. Büyük bir hayal kırıklığıyla geri götürdüm babama. Tabi hala pikap savaşları sürüyor ablamla aramda. Babam son bir kez daha yaptı ve bu defa öyle valize falan konulup otobüslerde heba olmadı, bizzat arabayla alındı o pikap. Eve götürdüm yine babamdan aşırdığım bir kutu 45' lik plakla.(Plakların savaşı da baya uzun sürdü tabi, her şeyime ortak olmaya çalışıyor bu kız, oysa ki ben onun eşyalarına elime sürmem :p) Evde uygun bir yer ayarlayayım, kendime bir köşe yapayım diyene kadar, o evden taşındık.. Geldik buraya, İstanbul tepelerinde bir eve yerleştik.  Bu defa o köşemi yaptım, pikabıma uygun bir köşe hazırladım. Ve ilk defa geçtiğimiz hafta sonu, hazır evde de yalnız kalmışken, açtım pikabımı.  Aldım plak kutusunu önüme ve dinlenebiliritesi olanları tek tek ayırdım. (Babam gençliğinde çok arabesk takılırmış meğer, ya da o zaman herkes arabesk bir kafada yaşıyormuş galiba bilemedim.)  İsimlere göre ayırıyorum tabi ki, böyle şarkı adı yakın gelenleri bir tarafa, ismini okuyunca bile insanın "jilet getirin bana" diye haykırasını getirenleri bir tarafa.("Ecevitten Zam Geliyor" diye bir plak var, düşünün artık gerisini.) Başladım sıradan dinlemeye. 
Önce bir cızırtı çıkıyor hani, şarkı başlamadan daha. Bir süre cızır cızır ediyor tatlı tatlı, sonra başlıyor şarkı. Lastik de yıpranmış olduğundan dalgalanıyor ses arada. Kalınlaşıp inceliyor. Gözlerini kapayınca sanki yanında söylüyor. Öyle yaptım bende. Kapattım ışıkları, açtım balkonu, çöktüm yere... O teyze söyledi, ben mutlu oldum. O amca bağırdı ben mutlu oldum. İyi ki varsın babam, iyi ki almışsın şu pikabı, iyi ki çökmüşüm bende üzerine. Evde yalnız, kendi kendimi korkutup ağlamakla sonuçlanacak bir gece geçireceğime,  mutlu keyifli bol arabeskli saatler yaşamış oldum. Mutluyum gururluyum efendim. Tavsiye ederim şiddetle sevenlerine...

Bu arada böyle de bir şey buldum, fiyatlar da gayet makul, meraklısı varsa buyursun...

6 Eylül 2012 Perşembe

Pride & Prejudice...

Ve o gülüş..

Kitabında tam olarak bu şekilde bir diyalogları bulunmasa da, 2005 yapımı filmdeki en sevdiğim sahne.. Aklıma geldi öyle dururken...


...
Elizabeth : Acaba şiirin aşkı öldürme gücünü ilk kim keşfetti.

Darcy : Şiiri aşkın gıdası sanırdım.

Elizabeth : Güçlü,dayanıklı bir aşkın belki ama sadece yüzeysel bir ilgiyse kötü bir sonun tabutuna çiviyi çakacağına eminim.

Darcy : Sevgiyi teşvik için siz ne önerirsiniz?

Elizabeth : Dans etmek…Dans eşiniz idare eder bile olsa.
...


Gözlerim kapalıyken parlayan yıldızlar...


Gerçekliğim..
Çok uzun zaman olmuş... Sakin, sessiz , yalnız kalmayalı.. Ne kadar rahatlatıcı, huzur verici bu sessizlik.. Sadece tuşların, dışardan gelen köpek havlamalarının sesi. Bir de sokaktan geçen arabalar.. Aslında insanı yoran çalışmak, koşuşturmak değil. O kadar kaptırıyoruz ki kendimizi gerekliliklere, yapmalıyımlara, şöyle bir durup nefes almayı unutuyoruz. Bu yüzden yoruluyoruz, sıkılıyoruz, bunalıyoruz yaşadığımız hayattan. Ben mesela.. En son ne zaman herşeyi unutarak, gözlerimi kapayıp, beynimi dondurup, sadece sesleri dinledim? Hatırlamıyorum... Bir yıl mı, daha mı fazla? Sadece bir sahne var aklımda.. 5-6 yıl öncesine dair... Bir ağustos akşamı yanlış hatırlamıyorsam.. Mersin sahilinde, siteden gençlerle oturmuşuz...Gülüşüyorlar, birşeyler anlatıyorlar..Ama orada değil beynim, ruhum.. Yine yorgunum bugün ki gibi.. Dönüyorum denize doğru, şezlongdan inip kuma oturuyorum.. Ayaklarımı uzatıyorum ıslak kumda.. Başımı gökyüzüne kaldırıp gözlerimi kapatıyorum... Herşeyi, herkesi unutup denizi dinliyorum... Dalgaları... Suyun çekilişini, taşları sürüklerken çıkardığı o güzel tınıyı.. Arkamdan birşeyler söylüyorlar, ayıp ettin arkanı döndün bize diyorlar... Rüyaya dalarken kesik kesik cümleler, kelimeler duyarsınız ya, öyle geliyor sesleri bana.. Benden milyarlarca yıl uzaklıkta başka bir evrende yaşıyorlarmış gibi.. O an sadece ben varım, dalgaların şırıltısı var.. Bir de gözlerim kapalı olsa da parladıklarından emin olduğum yıldızlar...


3 Eylül 2012 Pazartesi

Yazı kalır, herhangi bir yerde...

Yazı yazmayı öğrendiğim gün aslında bilinenden daha önemli bir günmüş benim için. Ailem veya öğretmenim için ifade eden anlamdan daha farklı bir anlamı varmış. Bunu yazmayı öğrendikten yaklaşık 7-8 yıl sonra fark ettim. O çocuksu halimden çıkıp, içimde anlamsız sinir,hüzün yaratan, depresif, mutlu, mutsuz ruh ortaya çıkınca, ergenlik denilen o biyolojik evreye girince yazmak benim için ifade ediş şekli haline geldi. Evet hiçbir zaman çok asi, sorunlu bir çocuk olmadım. Genelde uyumluydum,  yerli yersiz, hatta çoğu zaman sebepsiz ağlamalarım dışında.(Tamam hala ağlıyorum.) Mızmız da dediler, ağlamamla dalga da geçtiler. Ama genelde sorunsuzdum. Dışarıdan sakin, bir çok şeyi kafasına takmayan bir insan gibi görünebilmeyi başardım çoğu zaman. Başaramayacağımı anladığım zamanlarda ise, kaleme kağıda sarıldım. Anneme gitmedim, en yakın arkadaşımı aramadım, kız kardeşime söylemedim. Sadece yazdım. Her şeyi yazdım, ilkokuldayken kar yağmasına rağmen ödevim yüzünden dışarı çıkamayışımın sızlanışını yazdım. Lisede, en yakın arkadaşımın teneffüste beni bırakıp o yeni kızla gezmesine aslında çok içerlediğimi yazdım. Sonra biraz daha büyüyünce kalbimin acısını yazdım. Yazılan yer ve yazma şeklim değişti. Ajandalardan, günlüklerden bilgisayar ortamına geçti yazılanlar, cümlelerim değişti, olaylara bakış açım değişti, anlatma şeklim değişti. Ama yazma isteğim hep bende kaldı. Kimse okumadı yazdıklarımı, bazen ne hissettiğimi kelimelerle anlatamadığımda okuttum çevremdekilere. Ama hep saklıydı aslında inişlerim ve çıkışlarım.

Uzun zaman önce başlamıştım blog oluşturmaya. Ama yeteri kadar zaman ayırmadığımdan, ya da belki de uzun zamandır yazmaya bu kadar ihtiyaç duymadığımdan bugüne kadar erteledim. Geçen gün çok bunaldığım bir anımda, açıp arkadaşlarımın bloglarını okudum, hep yaptığım gibi. Ve bir arkadaşımın son yazısı tam da içimdeki hiç sorulmamış sorumun yanıtı oldu. Artık her birimiz farklı şehirlerdeydik, eskisi kadar toplanamayacaktık, paylaşamayacaktık. Fakat önemli olan o cam önünde ya da o kfc masasında buluşmak değildi zaten, önemli olan herhangi bir yerde birlikte olabilmemizdi.
Önemli olan anlatabilmekti ve anlayabilmekti işte.

 "yazar olamamak ve kötü yazı yazabilmek üzerine…" adlı yazıdan..
Hala yazıyorsam,  hala yaşıyorum...
Yazıya başlayışımın hikayesi çok daha uzun, ama tetikleyen bir yazı oldu yine.. Anlatmanın en güzel yolu yazmak, hem uçup gitmiyor sözler gibi, unutulmuyor. Bir defter arasında, mağara duvarında, bir kitap köşesinde ya da bilgisayarın gizli klasöründe, hep bir yerlerde kalıyor, saklanıyor. Sonra sıradan bir gününüzde, aniden karşınıza çıkıp gülümsetiyor, şaşırtıyor, hatırlatıyor. Durum böyle olunca sözlü anlatımda sınıfta kalmış biri olarak atalara bir kez daha hak vermeden geçemiyorum: Söz uçar yazı kalır :)